Paris'in biri.....
Yılbaşında ne yapalım diye düşünürken
gazete sayfaları arasında bir ilana rastladık.
Gider miyiz? Gideriz.
Nereye? Paris’in
birine.
Özellikle gezmeyi sevenler ve gezdikleri
yeri beğenenler nedense o şehri beğendikleri başka bir şehirle özdeşleştirip
isimlendiriyorlar. Erzurum’u, Kars’ı, Diyarbakır’ı beğenenler hemen Doğunun
Paris i benzetmesini yaparlar. Biz bunlardan birine gitmedik. Vize
istedikleri için ve biz de vize isteyen AB ülkelerine protesto eylemi
çerçevesinde gitmediğimiz için Sarkozy’nin Paris’ine de gitmedik. Ancak
Etoile meydanlı, Notre Dame kiliseli, Champs Elysee’li başka bir
Paris’e, üstelik vize istemeyen bir ülkenin başkentine gittik. Ortadoğu’nun
Paris’ine.
THY’nin Ortadoğu’nun
Paris’ine her gün muntazam 3 seferi olduğunu bu vesile ile öğrenmiş olduk.
THY’nin seferlerinin doluluğu nedeni ile olsa gerek, tur operatörü şirketin,
THY’den uçak kiralayıp, 3 ilave sefer daha düzenlemiş olduğunu da öğrendik.
Acaba THY’nin İstanbul’dan günde 3 seferden fazla sefer yaptığı Türkiye’de
kaç şehir var diye düşünmeden edemedim. THY bu şehri ve ülkeyi de
Dünyaya bağlayan uçak şirketi olmuş diye yorum yaptım.
Yaklaşık 1.5 saat süren uçuşta THY’yi
tenkit etmek için tek bir şey bulabildim. Kalkış öncesinde yapılan emniyet
kurallarını anlatan yarı animasyon filmde,
Manchester United takımı oyuncularına da rol verilmiş. Ancak
bu roller esprili şekilde yer aldığı için emniyet kurallarının ciddiyetini ve
dolayısıyla da önemini zayıflatmış. Daha önemlisi bu şakalar Türk anlayışına
göre yapıldıkları için yabancıların doğru anlamasına ve algılamasına
imkan yok. Globally Yours sloganı ile uçan THY için
eksi puan diye düşündüm. 1,5 saat sonra, THY’nin bu sefer “
seyyidet-ül saadeti” diye başlayarak yaptığı anons ile
global düşüncede Arapçanın da yer aldığına şahit olarak, deniz
kıyısında, yarısı kumsalın yarısı denizin üzerinde inşa edilmiş
Hariri International Havaalanı pistine indik. Havaalanı binasının çıkış
kapısının önünde makilerle şehrin ismi yazılı.
BEIRUT. Lübnan’dayız.
Aralık ayının son günlerinde
karlı, yağmurlu soğuk Ankara havasından sadece 1,5 saat uzaklıkta şerbet
gibi, hatta sıcak sayılabilecek Akdeniz kıyısına inmek insanı
gevşetiyor. Beyrut, Akdeniz’in en doğusunda, arkasını 1000 metreyi aşan
Lübnan ve Anti Lübnan dağlarına dayamış, dar bir kıyı şeridinde yer alıyor.
Nüfus 2 milyonun üzerinde. Lübnan’ın toplam nüfusu ise 3.5 - 4 milyon civarında.
Yani Lübnanlıların yarısından fazlası bu kentte yaşıyor. Nüfus çok, yer dar
olunca şehir kıyı boyunca Kuzey Güney doğrultusunda uzamış gitmiş.
Rehberimizin verdiği bilgiye göre Lübnan’ın tüm kıyısı 230 km, Beyrut’un
ise 50 - 60 km uzunluğunda. Şehir bu kadar dar ve uzun olunca
trafik de ister istemez sıkışıyor. Hatta berbat oluyor. Beyrut’un güney
tarafları kısmen falezler üzerinde yer aldığı için Antalya’mızı, Kuzey
tarafları ise Kordonu (burada KORNİŞ diye adlandırılıyor) ile İzmir’imizi
hatırlatıyor.
Öyle ki Antalya’da varyanttan
iniyorsunuz karşınızda İzmir veya tam tersi, İzmir de Kordon sonunda
varyanttan çıkıyorsunuz hop Antalya’dasınız. İzmir’e
mi, Antalya’ya mı benziyor diye düşünürken karşımıza çıkan bazı
binaların harap görüntüleri aklımızı başımıza getiriyor. Yaklaşık 15 sene
geçmesine rağmen iç savaştan kalıntılar insanın içini burkuyor. Acaba buraya
gelmekle hata mı yaptık diye düşündürüyor.
Akşam Lübnanlı tur operatörümüz Dr.
Nour’un davetlisiyiz. Dr.Nour, hem plastik cerrah, hem Qatar havayollarında
pilot, hem artist, hem de turizmcilik yapan enteresan bir kişi. Falezlerin
üzerinde bir lokantada Lübnan usulü yemek ve eğlence var. Yemek Lübnan
usulü dediler, yani Fiks Menü. (Tüm seyahat boyunca nereye gidersek gidelim
alakart olmadığı için fiks ve sadece bu menünün olduğunu hemen belirtelim) .
Ortaya serpme meze ve yine ortaya karışık ızgara her yerde aynı. Karışık
ızgaranın özelliği yok. Ama mezeler buraya özgü.Tabule, (ince kıyım nane,
maydanoz, domates, kuru soğan, azıcık bulgur ve nar ekşisi), Babaganuş
(Közlenmiş patlıcan ezmeli tahin), Humus, Full( Haşlanmış barbunya
fasulye), Mılhiye (Antalyalı ve Kıbrıslılar bilir , özel bir ot
cinsidir) ve bunlara ilaveten nargile. Nargile burada çok yaygın. Her yerde
bulabilirsiniz. Özellikle hanımların çokça kullandığına da şahit olduk. Ancak
Nargileyi çok kullandıkları için değişik tatlar ve keyifler elde etmeyi
hedefleyerek taze kavun, karpuz, ananas, coconut, pamelo (çok iri bir
narenciye cinsi) gibi meyveleri nargilenin su haznesi yerine kullanmaya
başlamışlar. Tütünün dumanı su yerine taze meyvenin içinden filtre edilerek
geçiyor. Yani sadece tütün değil kavun- karpuz da içmeye başlamışlar. Yemek
ve nargile keyfi Lübnan’ın başka bir özelliği olan Belly Dance ile devam
ediyor. Dansöz . Çok yüksek volümlü bir darbuka ritmi eşliğinde
dansöz, sanatını icra edip göbek kıvırıyor, yerlerde sürünüp kıvranarak dans
edip, masalarda bahşiş toplayıp gidiyor. Lübnan gecesi bu.
Beyrut’un İstanbul’a benzeyen
yerleri de var. Kuzey tarafında Kaşlık bölgesi, daha çok Hıristiyanların
yaşadığı lüks ve modern yapılaşmanın olduğu bir yer. Bağdat caddesini
andırıyor. Eski şehirde El Hamra caddesi Laleliyi, Etoile bölgesi
ise Nişantaşı’nı hatırlatıyor.
Beyrut 1. dünya savaşı sonrasında
Fransızların işgalinde kalmış. 1941’de Lübnan cumhuriyeti kurulana kadar
Fransızlar sadece işgal etmemişler, kültürlerini de aşılamışlar. Eski şehrin
ortasına aynen Paris’te ki gibi 8 yolun açıldığı küçük bir Etoile meydanı
yapmışlar. Adını da Etoile olarak aynen koymuşlar. Bu meydana açılan, trafiğe
kapalı yollardan biri üzerinde aynen Champs Elysee (Şanz
Elize diyelim) benzeri lokantaları, kafeleri yapmışlar. Hele iklim
de Akdeniz iklimi olunca bu yol üstü açık hava mekânlarının yaz kış demeden
kullanışlılığı çok artmış. Şehirde Notre Dame üniversitesini
kurmuşlar. Ayrıca bir Notre Dame kilisesi de var. Beyrut bir zamanlar öyle
bir hale gelmiş ki Fransızca bilmemek insanı küçük düşürücü bir durum olmuş.
Arapça yerine Fransızca konuşulur olmuş. Hala da trafik tabelalarında dahi
bilgiler Arapça ve Fransızca yazılıyor. Bu nedenle Beyrut, Ortadoğunun
Paris’i denmeyi hak ediyor.
Halk.
Lübnan, yaklaşık 4 milyon, Arapça
konuşan ancak 3 dinden 14 mezhebin mensubu olan, çok kozmopolit
bir halka sahip. İseviler, Museviler, Müslümanlar, Yezidiler, Maronitler,
Dürziler, Şiiler, Sünniler, Ermeniler. Hepsi burada aynı dili konuşuyorlar
ama aynı mabetlere gitmiyorlar. Camileri ayrı, kiliseleri farklı. Ama hepsi
iç içe. Yan yana. Biraz uzaktan bakıldığında minareli kilise, çan
kuleli cami siluetleri her yerde karşınıza çıkıyor.
Öyleki, Pazar günü yaptığımız
ziyaretlerde camilerde ve bitişiğindeki kiliselerde insanlar “Ya
rabbel alemin …… Amin” diye dua ediyorlardı. Bizim gibi Arapça
bilmeyenler için hepsi sanki aynı dinmiş gibi geliyor. Hıristiyanların da
Arapça dua etmelerini görünce yadırgıyor insan.
Ekonomisi daha çok yurt dışında çalışan
Lübnanlıların gönderdiği paralara dayalı. Turizm, eğitim ve bankacılık (daha
çok para aklama fonksiyonu kullanılıyormuş) alanları oldukça
gelişmiş. Fert başına düşen milli gelir 10 000 USD civarında. Ancak
kullanılan lüks otoların çokluğuna, marka ve modellerine bakınca bu gelirin
çok daha yüksek olması gerektiğini düşündürüyor. Veya başka bir yaklaşımla
“el parası ile kolay hamama gidildiğinin” ispatı sayılabiliyor. Para birimi
Lübnan Livresi (LL). Burada her yerde, ister büyük, ister küçük fark
etmeksizin, her alışverişte USD veya LL ile alış veriş yapılabiliyor.
Dolar verip anında LL olarak üstünü alabiliyorsunuz. Kur 1500LL =1USD. Her
yerde aynı. Büyük dükkânlarda kredi kartı verdiğinizde ise bir soru
soruyorlar. Dolar hesabından mı, Livre hesabından mı, çekilmesini istersiniz?
halk bu kadar karışık, etnik
gruplar geleneklerine fazlaca bağlı ve ekonomi genellikle dışa dayalı
olunca, gelir paylaşımındaki değişiklikler çok vahim sonuçlara yol
açan çekişmelere sürüklemiş Lübnan’ı. 1967 öncesinde nüfus 3 Milyon imiş.
İsrail Arap savaşı sırasında önce İsrail daha sonra da
Suriye işgal etmiş. Nüfus Filistin’den kaçanlarla 4.5 milyonu
bulmuş.
Savaş sonrasında, 1975’te ise ülkelerine
dönemeyen Filistinlilerle, balıkçılık konusunda önceki yıllardan imtiyazı
olan Maronitler (Hıristiyan) arasında çıkan çıkar çatışması iç
savaşın kıvılcımı olmuş. Herkes birbirine saldırmış. Aşırı sağcı
Hıristiyanlarla aşırı solcu Müslümanlar birlik olup, solcu Hıristiyanlarla
radikal Müslümanlara saldırmış. Veya tam tersi. Ülke ve halk
mahvolmuş. 1991’e kadar süren bu çatışmalarda 500 binden fazla can
kaybı olmuş. Şehirdeki birçok tahrip olmuş bina, ya hukuki
sorunları hala çözümlenemediği için, ya da İÇ SAVAŞIN ACILARINI
UNUTTURMAMAK amacıyla İBRET-İ ALEM için hala korunuyor.
Bunlardan biri de 30 katlı heybeti ile eski Holliday Inn
oteli. yazılı olmayan mutabakatlara ve karşılıklı anlayışlara
göre, Cumhurbaşkanı Hıristiyan olursa, Başbakan Sünni, Meclis Başkanı Şii
Müslüman oluyormuş. Ya da bunun benzeri bir denge
uygulanarak etnik gruplar devlet yönetiminde yer alıyorlarmış.
Ancak şimdi huzur sağlanmış gibi görünüyorsa da 2005 yılında
bombalı bir saldırıda öldürülen Cumhurbaşkanı HARİRİ
nin katillerinin izi her yerde aranıyor. Askerlerin resimlerinin çekilmesine
izin verilmiyor.
Byblos
Beyrut’un kuzeyinde deniz kenarında yer
alan bu tarihi kent turistlerin Lübnan da ilk ziyaret ettikleri yer. Birkaç
özelliği var:
Tarihi bir Roma kenti. İpek yolunun
kalıntıları, Çin’den getirilen malların burada limandan denizyolu ile batıya
nakledildiklerini gösteriyor. Roma İmparatorluğu’ndan kalma minik kale ve
liman Kıbrıs’taki Girne’yi hatırlatıyor.
Burası ayrıca 300 yıl boyunca Roma
İmparatorluğu tarafından yasak kabul edilen Hıristiyanlığın kutsal
kitabı İncil’e BİBLE adının verildiği yer olarak biliniyor. Kale’nin dibinde
minik bir kilisede okunarak ilk defa Bible diye adlandırılmış.
Kentte oldukça büyük ve halâ kullanılan kilise de ziyaret edilebiliyor.
Ancak bunlardan başka bir nokta benim
daha çok ilgimi çekti. Hediyelik eşya satan dükkânlarda iki şey vardı.
Çerçevelenmiş fosiller ve alfabeler. Doğadan çıkarılmış fosiller cilalanıp
satılıyor. Peki üzerinde PHONECİA yazan alfabe çerçevelerinin önemi
ne?
Cahillik işte. Okurken bile FONETİK diye
okuduğum PHONECİA bu bölgenin adı. Yani FENİKE. İnsanlık tarihinin
başlangıcı olarak kabul edilen yazı, önce insanların meramlarını
figürler-resimler kullanarak ifade etmesi ile başlamış. Daha sonra ise çivi
yazısı kullanılmış.
İnsanın konuşurken çıkardığı seslerin
ifadesi ise ancak ses veren şekillerin yani alfabenin veya harflerin icadı
ile mümkün olmuş. Kısaca kullandığımız harfler burada icat
edilmiş. Yani fonetik diye isimlendirdiğimiz ses veren yazılar FENİKE usulü
yazı demekmiş.
Harissa
Beyrut’u bir çok şehre benzetmek mümkün.
Başka bir deyişle, dünyanın başka şehirlerinin sembollerinin
Beyrut’ta kopya edildiğini görmek mümkün. Bunlardan biri de Harissa.
Beyrut’un yaslandığı 1000-1200 metrelere ulaşan yükseltilerin birinin
tepesine, Brezilya’da RİO’nun sembolü olan CORCOVADO’nun ( Kurtarıcı İsa
Heykeli) benzerini yapmışlar. Ancak buradaki Meryem Ana’nın heykeli ve biraz
daha küçük. Aynen RİO’daki gibi önce teleferikle çıkılıyor, sonra dişli
trenle biraz daha çıkılıyor ve tepede heykele varılıyor. Aşağıda
ise RİO değil, BEYRUT. Ya da Masa dağından görünen CAPE
TOWN var.
Heykel basit gibi görünen konik
bir kaidenin üzerine yapılmış. Konik kaidenin içinde ise küçük bir kilise
var. Anlaşılan burası Beyrut’ta romantik sevgililerin nikâhlarının kıyıldığı
bir yer. Çünkü tepede hem çok daha büyük hem çok modern mimari ile yapılmış
birden fazla kilise olmasına rağmen düğün-dernek burada tutuluyor. Biz de
Lübnan düğünlerinde hatunların ne kadar süslü, frapan ve dekolte giydiklerine
şahit oluyoruz.
Otobüsle çıktığımız Harissa’dan
teleferikle şehirde mahalle arasına iniliyor. Teleferik kabinleri, şehre
geldiğinde 5 -6 katlı binaların balkonlarını yalayarak geçiyor. Neredeyse
balkonlardakilerle el sıkışmak mümkün olacak.
Jetto Groto
Beyrut’ta turistlerin mutlaka
götürüldükleri yerlerden biri de Jetto
Groto mağaraları. Şehrin hemen arkasındaki yüksek dağların
kıvrımları arasında yer alan şehre çok yakın bir yere otobüsle ulaştıktan
sonra yaklaşık 500 metre uzunluğunda bir teleferikle mağaranın kapısına
geliniyor. Kapıda kameralar toplanıp emanet dolaplarına (Locker) kilitleniyor. Maden
ocağı girişine benzer bir tünelden 100 metre kadar yürünerek mağaraya
giriliyor. Burası dünyanın en büyük 2. mağarası imiş. Yaklaşık 50 -60 metre
eninde 2700 metre uzunluğunda bir mekân. Güzel ışıklandırılmış. Çok fazla
renk ve alengirli şekilde sarkıt ve dikit yok, onu büyüleyici yapan mağaranın
yüksekliği. En derin yerinde taban ile tavan arasının 100 metreden fazla
olduğu düşünüldüğünde ortaya çıkan hiç sütunsuz boş hacmin haşmeti insanı
düşündürüyor. Böyle bir hacimli mekân insanoğlu tarafından yapılabilir mi?
Kaç yılda oluşmuş? gibi sorular akılları zorluyor. Mağara
çıkışında bekleyen küçük bir tren ile başka bir tünel girişinin önüne
gidiliyor.Yine kameralar toplanıyor. Başka bir mağaranın içine giriliyor. Bu
sefer bolca akan su sesi farklı bir manzaranın işaretini veriyor. Kısa bir
süre sonra karanlıklar içinde bir iskeleye geliniyor. Arkasına elektrikli
dıştan takma minik motorların takılı olduğu 10 -15 kişilik sac teknelerle
mağaranın içinde oluşturulmuş gölde gezinti başlıyor. Bu sefer tavan oldukça
alçak. Az ışkılı bir ortamda insan kafasını kayalara vurmamak için korunuyor.
Arada sırada teknelerin kayalara sürterken çıkardıkları sesler de mağara
içinde korku vererek yankılanıyor.
fotoğraf çekmek yasak.
(buradakiler wikipedia’dan) Kameramızı girişte bıraktık ama cep telefonumuzla
kaçamak yaparız dediğimizde hemen yakalanıyoruz ve telefonlarımıza el
konuluyor. (Neyse ki çıkışta çok fazla tantana yapmadan
telefonlarımızı iade ettiler. Ama resimler flaşsız çekildikleri için iyi
değildi maalesef.)
Mağara turizmini iyi yaptıkları
tartışmasız.
Baalbek
Turizmde iddialı bir ülke olan
Türkiye’mizdeki tarihi kent kalıntılarından en meşhuru olan EFES
tapınaklarını solda sıfır bırakan bir yer burası. Baalbek Beyrut tan yaklaşık
90 – 100 km uzaklıkta Suriye sınırına 20 km mesafede yer alıyor. M.Ö.100
yılında Roma imparatorluğu döneminde yapılan ve bu güne kadar restorasyon
yapılmadan duran, en iyi korunmuş, en büyük ROMA tapınağı
burada. VENÜS, BAKUS ve ZEUS (diğer isimleriyle Artemis, Dionisyos
ve Jupiter) adına yapılmış 3 tapınak içiçe burada konumlanmış. Tapınakların
inşasında kullanılan granit- mermer sütunlar Mısırdaki ocaklardan çıkarılıp
buraya nakledilmiş. Burası dağlar arasında bir yer. Kayaların önce nil nehri
üzerinden teknelerle Akdeniz’e, oradan gemilerle Lübnanın
kuzeyindeki liman kenti Trablus’a, oradan da ağaç kütüklerin
yuvarlanarak kaydırıldığı kızaklar üstünde buraya
getirildiklerini, daha sonra şehir MS 550 yıllarında depremle yıkıldığında
ise aynı sütunların buradan İstanbul’a Ayasofya da kullanılmak üzere tekrar
taşındığını da hayretle öğreniyoruz. çünkü sütunlar 16 metre uzunluğunda
ve 3 metre çapında. Yaklaşık 150-200 ton ağırlığında. Fikir vermesi için, 5
kişi el ele verip bir sütunu zor sardığımızı ilave edeyim.
Baalbek’te VENÜS Tapınağı en çok
tahrip görmüş olanı. Ancak ZEUS mabedi gerçekten haşmetli ve çok büyük. BAKÜS
tapınağı ise en az tahrip olanı. Sütunlarla çevrili dış cephesinin içindeki
ana yapının 4 duvarı da ayakta kalmış. Hatta bu duvarla sütunların arasındaki
koridorların taş tavanları dahi sağlam duruyor. Bu taş tavanlara tapınağın
inşasında yardım eden, para veren insanların freskleri yapılmış. Gayet süslü
ve güzel taş oyma bezemeler insanı hayrete düşürüyor. ZEUS tapınağının bodrum
katında ise buradan çıkan heykel ve diğer objelerin sergilendiği bir müze
var. Müzeyi gezerken yapının haşmeti bir kez daha ortaya çıkıyor. Burası
bodrum ise binanın kendisi acaba nasıldır?baalbek mutlaka görülmesi gereken
bir yer.
Ksara
Turistik gezilerde moda olan şeylerden
biri de şarap tattırm a ve pazarlama. Şarap tatmak için otobüsümüz Lübnan’da
iyi tanınan Ksara firmasının tesislerinde
mola veriyor. Burası yılda 3.5 milyon şişe şarap doldurma kapasitesine sahip
oldukça modern bir tesis. Tattığımız şaraplarda fazla bir özellik yok. Ancak
şarap fıçılarının ve şişelerinin saklandığı mahzenler ilginç. Doğal kayaların
içine oyulmuş 2,5 km.yi aşan uzunluktaki mağara ve dehlizler
turistlerin ilgisini daha çok çekiyor.
Deir El-Qamar
Beyrut’a yaklaşık 50 km. mesafede,
Lübnan dağlarının tepelerinde, teraslanarak zeytin ve meyve
ağaçlarının dikildiği çok dik yamaçları olan dar bir vadiye bakan,
harika manzarası olan bir kent Deir El-Qamar. Tarihte bir zamanlar Lübnan’ın
başkentliğini de yapmış. Notre Dame kilisesi ve Fahreddin
camii turistlerin ilgi ile gezdiği yerler. Dürzilerin bölgesinde
olduğumuzu yerel halktan, sakallı erkeklerin giydiği siyah potur
şeklinde pantolon ve kadınların giydiği siyah çarşaf ve beyaz örtüden
anlıyoruz. Rehberimiz, Dürzilerin aslen Dürz köyünden olduklarını, son derece
tutucu olduklarını, sadece kendi aralarında evlendiklerini, dışarıya kız
vermediklerini, en tanınmış liderlerinin eskiden başbakanlık yapmış olan
Velid Canbulat olduğunu anlatıyor.
Deir El-Qamar’da bir de mum heykellerin
sergilendiği Marie Baz isimli bir batılı hatunun müzesi var. Dünyanın
tanınmış politikacıları ve ortadoğunun tanınmış tarihi simalarının heykelleri
arasında Yavuz Sultan Selim’in heykeli vardı ama Atatürk’ün ki yoktu. Zaten
müze genelde özensiz, heykellerde kötü
olunca Atatürk’ün heykelinin burada
olmamasının mahsuru yok diye düşündüm.
Vadinin tam karşı tarafında, yine harika
vadi manzaralı bir noktada inşa edilmiş, Emir Bechir (Beşir)
Sarayını görmek gerek. Emir Beşir Osmanlı döneminde. Lübnan’ın bağlı
bulunduğu Şam vilayetinin valisi tarafından burayı yönetmek üzere atanan bir
kişi imiş. Muhteşem manzaralı bu tepenin üzerine öyle bir malikâne yaptırmış
ki, insan ya padişah falan olsaydı ne yaptırırdı diye düşünmeden edemiyor.
(Dört karısı olduğunu öğrenince, eh anca yeter! diyebiliyoruz.)
Kocaman bir avlunun içinde yer
alan yapının en göze çarpan şeyleri arasında:
-hatunların avluyu gözleyerek keyif
yapabildikleri “cihannüma” adı verilen yeri,
-hiçbir boya ve yapay renk kullanılmadan
doğal ağaç renkleri ile yapılmış oymalı kakmalı tavan süslerini,
-misafir salonlarının
duvarlarındaki lambrileri ve camdaki vitrayları,
-yapıldığı 18. yüzyılda Avrupa
saraylarında bulunmazken burada kullanılan hamamı saymak gerek.
Ayrıca binanın alt katında
çevreden toplanmış mozaiklerin sergilendiği bir müze de gezilmesi görülmesi
gereken bir yer.
Burada arkeolog olan rehberimiz alakasız
fakat henüz kamuya açıklanmamış bir bilgi daha veriyor. Türkiye’
de Şanlıurfa Balıklıgöl civarında yapılan
kazılarda Amazon kadınlarının tarihini anlatan
mozaiklerin bulunduğunu, eğer incelemeler sonucu tahminler doğru
çıkarsa,Amazonların merkezinin, bugün bilindiği gibi, TERME değil URFA
olacağını söylüyor.
Yılbaşı
Lübnan’a yılbaşını geçirmek üzere
gelmiştik. Daha ilk geceden eğlenceye yatkınlığı ile tanınan Lübnan halkının
eğlence tarzı ve her yerde değişmeyen yemek menüsü ile tanışınca
ve yılbaşı için özel eğlence yerlerinde aynı menüye kişi başı 250 USD den
başlayan anlamsız fiyat ve önceden rezervasyon mecburiyeti istenince, daha
romantik bir program uygulayıp, yeni yılı Etoile meydanında avamla birlikte
karşılamayı düşündük.
Akşam nevalemizi almak üzere Beirut SOUK
AVM nin altındaki “Signature”e gittik. Signature bugüne kadar ne
Avrupa’da, ne de Amerika’da rastlamadığım kadar modern, lüks, güzel, bol
çeşitli ve büyük bir HİPER-BAKKAL. Sadece gıda maddeleri ve mutfak malzemesi
satılıyor. Gençliğimde Londra’daki Harrod’s mağazasının gıda reyonunu
gördüğümde de böyle etkilenmiştim. Nevaleleri ararken çok sayıda Türk
markasının raflarda yer aldığını görmek mutlu etti.
Nevaleleri alıp Etoile
yerine, hemen yakındaki yat limanına gitmeyi tercih ettik. Hafif
çiseleyen yağmurdan sakınarak ve marinayı dolduran hepsi birbirinden güzel
motor yatları seyrederek 2011 yılını keyifle ve huzurla
tükettik.
Bitirirken,
- Lübnana
gideceklerin yanlarında USD olması yeter. Her yerde geçiyor. Dilenci bile USD
alıp üstünü livre olarak verebilir.
- Beyrut’ta
taksiler de taksimetre yok. Binmeden pazarlık yapılması tavsiye ediliyor.
Dolmuş minibüsü yerine “servis taksiler” var. Kişi başı para veriliyor.
Belediye otobüsü yok denecek kadar az. Metro yok. Türkiye’den çok lüks cip ve
spor araba var. Çoğunu da hatunlar kullanıyor. Yaya ya çok saygılılar.
- Lübnan
dünyadaki tek güzellik kredisi verilen yermiş. Güzelleşme
amaçlı estetik ameliyatlar için bankalar kredi veriyor.
- İklim
çok güzel, 31 Aralık günü denize girenler vardı.
- Çok
uzun bir sahili olmasına rağmen plaj yok gibi. İrili ufaklı, çok sayıda,
tekneler için barınaklar yapmışlar.
- Beyrut
25 sene önce çok güzel bir şehirmiş. İç savaşta çok harap olmuş. Her yer
şantiye gibi. Çok sayıda modern gökdelen misali binalar inşa ediliyor. 15
sene sonra yine çok güzel bir şehir olur. Hatta AB’ye bile bizden önce
alınmasını teklif edebilirler.
Sonsöz..
Türkiye’deki tüm politikacıları, ve
birçok basın mensubunu bir içsavaşın muhtemel sonuçlarını görmeleri ve
akıllarını başlarına almaları için Lübnan’a götürmek gerek.
Dış savaşta düşman gün geldiğinde
gidiyor, ancak içsavaşta durum öyle değil.
Mutlu yıllar diliyorum.
Kamil
Sandıkcıoğlu, Ocak
2012.
|
No comments:
Post a Comment