Wednesday, April 9, 2014

BEYRUT

Paris'in biri.....
                                                                                                                                                         
                                                                                                   Albüm'e git

Yılbaşında ne yapalım diye düşünürken gazete sayfaları arasında bir ilana rastladık.
Gider miyiz? Gideriz.
Nereye?  Paris’in birine. 
Özellikle gezmeyi sevenler ve gezdikleri yeri beğenenler nedense o şehri beğendikleri başka bir şehirle özdeşleştirip isimlendiriyorlar. Erzurum’u, Kars’ı, Diyarbakır’ı beğenenler hemen Doğunun Paris i benzetmesini yaparlar. Biz bunlardan birine gitmedik. Vize istedikleri için ve biz de vize isteyen AB ülkelerine protesto eylemi çerçevesinde gitmediğimiz için Sarkozy’nin Paris’ine de gitmedik. Ancak Etoile meydanlı, Notre Dame kiliseli, Champs Elysee’li  başka bir Paris’e, üstelik vize istemeyen bir ülkenin başkentine gittik. Ortadoğu’nun Paris’ine.

THY’nin  Ortadoğu’nun Paris’ine her gün muntazam 3 seferi olduğunu bu vesile ile öğrenmiş olduk. THY’nin seferlerinin doluluğu nedeni ile olsa gerek, tur operatörü şirketin, THY’den uçak kiralayıp, 3 ilave sefer daha düzenlemiş olduğunu da öğrendik. Acaba THY’nin İstanbul’dan günde 3 seferden fazla sefer yaptığı Türkiye’de kaç şehir var diye düşünmeden edemedim. THY bu şehri ve ülkeyi de Dünyaya bağlayan uçak şirketi olmuş diye yorum yaptım.  
Yaklaşık 1.5 saat süren uçuşta THY’yi tenkit etmek için tek bir şey bulabildim. Kalkış öncesinde yapılan emniyet kurallarını anlatan yarı animasyon filmde, Manchester  United takımı oyuncularına da rol verilmiş. Ancak bu roller esprili şekilde yer aldığı için emniyet kurallarının ciddiyetini ve dolayısıyla da önemini zayıflatmış. Daha önemlisi bu şakalar Türk anlayışına göre yapıldıkları için yabancıların doğru anlamasına ve algılamasına imkan  yok. Globally Yours  sloganı ile uçan THY için eksi puan  diye düşündüm. 1,5 saat sonra, THY’nin bu sefer “ seyyidet-ül saadeti” diye başlayarak  yaptığı  anons ile global düşüncede Arapçanın da yer aldığına şahit olarak,  deniz kıyısında, yarısı kumsalın yarısı denizin üzerinde  inşa edilmiş Hariri International Havaalanı pistine indik. Havaalanı binasının çıkış kapısının önünde makilerle şehrin ismi yazılı. BEIRUT.  Lübnan’dayız.
 Aralık ayının son günlerinde karlı, yağmurlu soğuk Ankara havasından sadece 1,5 saat uzaklıkta şerbet gibi, hatta sıcak sayılabilecek Akdeniz kıyısına inmek  insanı gevşetiyor. Beyrut, Akdeniz’in en doğusunda, arkasını 1000 metreyi aşan Lübnan ve Anti Lübnan dağlarına dayamış, dar bir kıyı şeridinde yer alıyor. Nüfus 2 milyonun üzerinde. Lübnan’ın toplam nüfusu ise 3.5 - 4 milyon civarında. Yani Lübnanlıların yarısından fazlası bu kentte yaşıyor. Nüfus çok, yer dar olunca şehir kıyı boyunca Kuzey Güney doğrultusunda uzamış gitmiş. Rehberimizin verdiği bilgiye göre Lübnan’ın tüm kıyısı 230 km, Beyrut’un ise  50 - 60 km uzunluğunda. Şehir bu kadar dar ve uzun olunca trafik de ister istemez sıkışıyor. Hatta berbat oluyor. Beyrut’un güney tarafları kısmen falezler üzerinde yer aldığı için Antalya’mızı, Kuzey tarafları ise Kordonu (burada KORNİŞ diye adlandırılıyor) ile  İzmir’imizi hatırlatıyor. 
Öyle ki Antalya’da varyanttan iniyorsunuz karşınızda İzmir veya tam tersi, İzmir de Kordon sonunda varyanttan çıkıyorsunuz hop Antalya’dasınız. İzmir’e mi,  Antalya’ya mı benziyor diye düşünürken karşımıza çıkan bazı binaların harap görüntüleri aklımızı başımıza getiriyor. Yaklaşık 15 sene geçmesine rağmen iç savaştan kalıntılar insanın içini burkuyor. Acaba buraya gelmekle hata mı yaptık diye düşündürüyor. 
Akşam Lübnanlı tur operatörümüz Dr. Nour’un davetlisiyiz. Dr.Nour, hem plastik cerrah, hem Qatar havayollarında pilot, hem artist, hem de turizmcilik yapan enteresan bir kişi. Falezlerin üzerinde bir lokantada Lübnan usulü yemek ve eğlence var. Yemek  Lübnan usulü dediler, yani Fiks Menü. (Tüm seyahat boyunca nereye gidersek gidelim alakart olmadığı için fiks ve sadece bu menünün olduğunu hemen belirtelim) . Ortaya serpme meze ve yine ortaya karışık ızgara her yerde aynı. Karışık ızgaranın özelliği yok. Ama mezeler buraya özgü.Tabule, (ince kıyım nane, maydanoz, domates, kuru soğan, azıcık bulgur ve nar ekşisi), Babaganuş (Közlenmiş patlıcan ezmeli tahin), Humus, Full( Haşlanmış barbunya fasulye),  Mılhiye (Antalyalı ve Kıbrıslılar bilir , özel bir ot cinsidir) ve bunlara ilaveten nargile. Nargile burada çok yaygın. Her yerde bulabilirsiniz. Özellikle hanımların çokça kullandığına da şahit olduk. Ancak Nargileyi çok kullandıkları için değişik tatlar ve keyifler elde etmeyi hedefleyerek taze kavun, karpuz, ananas, coconut, pamelo (çok iri bir narenciye cinsi) gibi meyveleri nargilenin su haznesi yerine kullanmaya başlamışlar. Tütünün dumanı su yerine taze meyvenin içinden filtre edilerek geçiyor. Yani sadece tütün değil kavun- karpuz da içmeye başlamışlar. Yemek ve nargile keyfi Lübnan’ın başka bir özelliği olan Belly Dance ile devam ediyor.  Dansöz . Çok yüksek volümlü bir darbuka ritmi eşliğinde dansöz, sanatını icra edip göbek kıvırıyor, yerlerde sürünüp kıvranarak dans edip, masalarda bahşiş toplayıp gidiyor. Lübnan gecesi bu.
 Beyrut’un İstanbul’a benzeyen yerleri de var. Kuzey tarafında Kaşlık bölgesi, daha çok Hıristiyanların yaşadığı lüks ve modern yapılaşmanın olduğu bir yer. Bağdat caddesini andırıyor. Eski şehirde El Hamra  caddesi Laleliyi, Etoile  bölgesi ise Nişantaşı’nı hatırlatıyor.  
Beyrut 1. dünya savaşı sonrasında Fransızların işgalinde kalmış. 1941’de Lübnan cumhuriyeti kurulana kadar Fransızlar sadece işgal etmemişler, kültürlerini de aşılamışlar. Eski şehrin ortasına aynen Paris’te ki gibi 8 yolun açıldığı küçük bir Etoile meydanı yapmışlar. Adını da Etoile olarak aynen koymuşlar. Bu meydana açılan, trafiğe kapalı yollardan biri üzerinde aynen Champs Elysee (Şanz Elize  diyelim) benzeri lokantaları, kafeleri yapmışlar. Hele iklim de Akdeniz iklimi olunca bu yol üstü açık hava mekânlarının yaz kış demeden kullanışlılığı çok artmış.  Şehirde Notre Dame üniversitesini kurmuşlar. Ayrıca bir Notre Dame kilisesi de var. Beyrut bir zamanlar öyle bir hale gelmiş ki Fransızca bilmemek insanı küçük düşürücü bir durum olmuş. Arapça yerine Fransızca konuşulur olmuş. Hala da trafik tabelalarında dahi bilgiler Arapça ve Fransızca yazılıyor. Bu nedenle Beyrut, Ortadoğunun Paris’i denmeyi hak ediyor. 
Halk.
Lübnan, yaklaşık 4 milyon, Arapça konuşan ancak 3 dinden 14 mezhebin mensubu olan,  çok kozmopolit bir halka sahip. İseviler, Museviler, Müslümanlar, Yezidiler, Maronitler, Dürziler, Şiiler, Sünniler, Ermeniler. Hepsi burada aynı dili konuşuyorlar ama aynı mabetlere gitmiyorlar. Camileri ayrı, kiliseleri farklı. Ama hepsi iç içe. Yan yana. Biraz uzaktan bakıldığında minareli kilise,  çan kuleli  cami siluetleri her yerde karşınıza çıkıyor. 
Öyleki, Pazar günü yaptığımız ziyaretlerde camilerde ve bitişiğindeki kiliselerde insanlar  “Ya rabbel alemin …… Amin”  diye dua ediyorlardı. Bizim gibi Arapça bilmeyenler için hepsi sanki aynı dinmiş gibi geliyor. Hıristiyanların da Arapça dua etmelerini görünce yadırgıyor insan.
Ekonomisi daha çok yurt dışında çalışan Lübnanlıların gönderdiği paralara dayalı. Turizm, eğitim ve bankacılık (daha çok para aklama fonksiyonu kullanılıyormuş)  alanları oldukça gelişmiş. Fert başına düşen milli gelir 10 000 USD civarında. Ancak kullanılan lüks otoların çokluğuna, marka ve modellerine bakınca bu gelirin çok daha yüksek olması gerektiğini düşündürüyor. Veya başka bir yaklaşımla “el parası ile kolay hamama gidildiğinin” ispatı sayılabiliyor. Para birimi Lübnan Livresi (LL). Burada her yerde, ister büyük, ister küçük fark etmeksizin, her alışverişte USD  veya LL ile alış veriş yapılabiliyor. Dolar verip anında LL olarak üstünü alabiliyorsunuz. Kur 1500LL =1USD. Her yerde aynı. Büyük dükkânlarda kredi kartı verdiğinizde ise bir soru soruyorlar. Dolar hesabından mı, Livre hesabından mı, çekilmesini istersiniz?
 halk bu kadar karışık, etnik gruplar geleneklerine fazlaca bağlı ve ekonomi genellikle dışa dayalı olunca,  gelir paylaşımındaki değişiklikler çok vahim sonuçlara yol açan çekişmelere sürüklemiş Lübnan’ı. 1967 öncesinde nüfus 3 Milyon imiş. İsrail Arap savaşı sırasında önce İsrail daha sonra da Suriye  işgal etmiş. Nüfus Filistin’den kaçanlarla 4.5 milyonu bulmuş. 
Savaş sonrasında, 1975’te ise ülkelerine dönemeyen Filistinlilerle, balıkçılık konusunda önceki yıllardan imtiyazı olan Maronitler (Hıristiyan)  arasında çıkan çıkar çatışması iç savaşın kıvılcımı olmuş. Herkes birbirine saldırmış. Aşırı sağcı Hıristiyanlarla aşırı solcu Müslümanlar birlik olup, solcu Hıristiyanlarla radikal Müslümanlara saldırmış. Veya tam tersi. Ülke ve halk mahvolmuş.  1991’e kadar süren bu çatışmalarda 500 binden fazla can kaybı olmuş.  Şehirdeki birçok tahrip olmuş bina, ya hukuki sorunları hala çözümlenemediği için, ya da İÇ SAVAŞIN ACILARINI UNUTTURMAMAK  amacıyla İBRET-İ ALEM için  hala korunuyor. Bunlardan biri de 30 katlı heybeti ile eski Holliday Inn oteli.  yazılı olmayan mutabakatlara ve karşılıklı anlayışlara göre, Cumhurbaşkanı Hıristiyan olursa, Başbakan Sünni, Meclis Başkanı Şii Müslüman oluyormuş. Ya da  bunun  benzeri bir denge uygulanarak etnik gruplar  devlet yönetiminde yer alıyorlarmış. Ancak şimdi huzur sağlanmış gibi görünüyorsa da 2005  yılında bombalı  bir saldırıda öldürülen Cumhurbaşkanı  HARİRİ nin katillerinin izi her yerde aranıyor. Askerlerin resimlerinin çekilmesine izin verilmiyor.
 Byblos 
Beyrut’un kuzeyinde deniz kenarında yer alan bu tarihi kent turistlerin Lübnan da ilk ziyaret ettikleri yer. Birkaç özelliği var: 
Tarihi bir Roma kenti. İpek yolunun kalıntıları, Çin’den getirilen malların burada limandan denizyolu ile batıya nakledildiklerini gösteriyor. Roma İmparatorluğu’ndan kalma minik kale ve liman Kıbrıs’taki Girne’yi hatırlatıyor.
 Burası ayrıca 300 yıl boyunca Roma İmparatorluğu tarafından yasak kabul edilen Hıristiyanlığın  kutsal kitabı İncil’e BİBLE adının verildiği yer olarak biliniyor. Kale’nin dibinde minik bir kilisede okunarak ilk defa Bible  diye adlandırılmış. Kentte oldukça büyük ve halâ kullanılan kilise de ziyaret edilebiliyor. 
Ancak bunlardan başka bir nokta benim daha çok ilgimi çekti. Hediyelik eşya satan dükkânlarda iki şey vardı. Çerçevelenmiş fosiller ve alfabeler. Doğadan çıkarılmış fosiller cilalanıp satılıyor. Peki üzerinde PHONECİA yazan alfabe çerçevelerinin önemi ne?  
Cahillik işte. Okurken bile FONETİK diye okuduğum PHONECİA  bu bölgenin adı. Yani FENİKE. İnsanlık tarihinin başlangıcı olarak kabul edilen yazı, önce insanların meramlarını figürler-resimler kullanarak ifade etmesi ile başlamış. Daha sonra ise çivi yazısı kullanılmış.
İnsanın konuşurken çıkardığı seslerin ifadesi ise ancak ses veren şekillerin yani alfabenin veya harflerin icadı ile mümkün olmuş. Kısaca kullandığımız  harfler burada icat edilmiş. Yani fonetik diye isimlendirdiğimiz ses veren yazılar FENİKE usulü yazı demekmiş. 
 Harissa       
Beyrut’u bir çok şehre benzetmek mümkün. Başka bir deyişle,  dünyanın başka şehirlerinin sembollerinin Beyrut’ta kopya edildiğini görmek mümkün. Bunlardan biri de Harissa. Beyrut’un yaslandığı 1000-1200 metrelere ulaşan yükseltilerin birinin tepesine, Brezilya’da RİO’nun sembolü olan CORCOVADO’nun ( Kurtarıcı İsa Heykeli) benzerini yapmışlar. Ancak buradaki Meryem Ana’nın heykeli ve biraz daha küçük. Aynen RİO’daki gibi önce teleferikle çıkılıyor, sonra dişli trenle biraz daha çıkılıyor ve tepede  heykele varılıyor. Aşağıda ise RİO  değil, BEYRUT. Ya da  Masa dağından görünen CAPE TOWN var.  
 Heykel basit gibi görünen konik bir kaidenin üzerine yapılmış. Konik kaidenin içinde ise küçük bir kilise var. Anlaşılan burası Beyrut’ta romantik sevgililerin nikâhlarının kıyıldığı bir yer. Çünkü tepede hem çok daha büyük hem çok modern mimari ile yapılmış birden fazla kilise olmasına rağmen düğün-dernek burada tutuluyor. Biz de Lübnan düğünlerinde hatunların ne kadar süslü, frapan ve dekolte giydiklerine şahit oluyoruz.   
Otobüsle çıktığımız Harissa’dan teleferikle şehirde mahalle arasına iniliyor. Teleferik kabinleri, şehre geldiğinde 5 -6 katlı binaların balkonlarını yalayarak geçiyor. Neredeyse balkonlardakilerle el sıkışmak mümkün olacak. 

Jetto Groto 
Beyrut’ta turistlerin mutlaka götürüldükleri yerlerden biri de  Jetto Groto  mağaraları. Şehrin hemen arkasındaki yüksek dağların kıvrımları arasında yer alan şehre çok yakın bir yere otobüsle ulaştıktan sonra yaklaşık 500 metre uzunluğunda bir teleferikle mağaranın kapısına geliniyor. Kapıda kameralar toplanıp emanet dolaplarına (Locker) kilitleniyor.   Maden ocağı girişine benzer bir tünelden 100 metre kadar yürünerek mağaraya giriliyor. Burası dünyanın en büyük 2. mağarası imiş. Yaklaşık 50 -60 metre eninde 2700 metre uzunluğunda bir mekân. Güzel ışıklandırılmış. Çok fazla renk ve alengirli şekilde sarkıt ve dikit yok, onu büyüleyici yapan mağaranın yüksekliği. En derin yerinde taban ile tavan arasının 100 metreden fazla olduğu düşünüldüğünde ortaya çıkan hiç sütunsuz boş hacmin haşmeti insanı düşündürüyor. Böyle bir hacimli mekân insanoğlu tarafından yapılabilir mi? Kaç yılda oluşmuş? gibi sorular akılları zorluyor.  Mağara çıkışında bekleyen küçük bir tren ile başka bir tünel girişinin önüne gidiliyor.Yine kameralar toplanıyor. Başka bir mağaranın içine giriliyor. Bu sefer bolca akan su sesi farklı bir manzaranın işaretini veriyor. Kısa bir süre sonra karanlıklar içinde bir iskeleye geliniyor. Arkasına elektrikli dıştan takma minik motorların takılı olduğu 10 -15 kişilik sac teknelerle mağaranın içinde oluşturulmuş gölde gezinti başlıyor. Bu sefer tavan oldukça alçak. Az ışkılı bir ortamda insan kafasını kayalara vurmamak için korunuyor. Arada sırada teknelerin kayalara sürterken çıkardıkları sesler de mağara içinde korku vererek yankılanıyor.
 fotoğraf çekmek yasak. (buradakiler wikipedia’dan) Kameramızı girişte bıraktık ama cep telefonumuzla kaçamak yaparız dediğimizde hemen yakalanıyoruz ve telefonlarımıza el konuluyor. (Neyse ki  çıkışta çok fazla tantana yapmadan telefonlarımızı iade ettiler. Ama resimler flaşsız çekildikleri için iyi değildi maalesef.)
 Mağara turizmini iyi yaptıkları tartışmasız.
 Baalbek

Turizmde iddialı bir ülke olan Türkiye’mizdeki tarihi kent kalıntılarından en meşhuru olan EFES tapınaklarını solda sıfır bırakan bir yer burası. Baalbek Beyrut tan yaklaşık 90 – 100 km uzaklıkta Suriye sınırına 20 km mesafede yer alıyor.  M.Ö.100 yılında Roma imparatorluğu döneminde yapılan ve bu güne kadar restorasyon yapılmadan duran, en iyi korunmuş, en büyük ROMA tapınağı burada.  VENÜS, BAKUS ve ZEUS (diğer isimleriyle Artemis, Dionisyos ve Jupiter) adına yapılmış 3 tapınak içiçe burada konumlanmış. Tapınakların inşasında kullanılan granit- mermer sütunlar Mısırdaki ocaklardan çıkarılıp buraya nakledilmiş. Burası dağlar arasında bir yer. Kayaların önce nil nehri üzerinden teknelerle Akdeniz’e,  oradan gemilerle Lübnanın kuzeyindeki liman kenti Trablus’a,  oradan da ağaç kütüklerin yuvarlanarak kaydırıldığı kızaklar üstünde  buraya getirildiklerini, daha sonra şehir MS 550 yıllarında depremle yıkıldığında ise aynı sütunların buradan İstanbul’a Ayasofya da kullanılmak üzere tekrar taşındığını da hayretle öğreniyoruz. çünkü sütunlar 16 metre uzunluğunda ve 3 metre çapında. Yaklaşık 150-200 ton ağırlığında. Fikir vermesi için, 5 kişi el ele verip bir sütunu zor sardığımızı ilave edeyim.

 Baalbek’te VENÜS Tapınağı en çok tahrip görmüş olanı. Ancak ZEUS mabedi gerçekten haşmetli ve çok büyük. BAKÜS tapınağı ise en az tahrip olanı. Sütunlarla çevrili dış cephesinin içindeki ana yapının 4 duvarı da ayakta kalmış. Hatta bu duvarla sütunların arasındaki koridorların taş tavanları dahi sağlam duruyor. Bu taş tavanlara tapınağın inşasında yardım eden, para veren insanların freskleri yapılmış. Gayet süslü ve güzel taş oyma bezemeler insanı hayrete düşürüyor. ZEUS tapınağının bodrum katında ise buradan çıkan heykel ve diğer objelerin sergilendiği bir müze var. Müzeyi gezerken yapının haşmeti bir kez daha ortaya çıkıyor. Burası bodrum ise binanın kendisi acaba nasıldır?baalbek mutlaka görülmesi gereken bir yer.

Ksara 
Turistik gezilerde moda olan şeylerden biri de şarap tattırm a ve pazarlama. Şarap tatmak için otobüsümüz Lübnan’da iyi  tanınan  Ksara  firmasının tesislerinde mola veriyor. Burası yılda 3.5 milyon şişe şarap doldurma kapasitesine sahip oldukça modern bir tesis. Tattığımız şaraplarda fazla bir özellik yok. Ancak şarap fıçılarının ve şişelerinin saklandığı mahzenler ilginç. Doğal kayaların içine oyulmuş 2,5 km.yi aşan uzunluktaki mağara ve  dehlizler turistlerin ilgisini daha çok çekiyor. 

Deir El-Qamar 
Beyrut’a yaklaşık 50 km. mesafede, Lübnan dağlarının tepelerinde, teraslanarak zeytin ve meyve ağaçlarının  dikildiği çok dik yamaçları olan dar bir vadiye bakan, harika manzarası olan bir kent Deir El-Qamar. Tarihte bir zamanlar Lübnan’ın başkentliğini de yapmış. Notre  Dame kilisesi ve Fahreddin camii  turistlerin ilgi ile gezdiği yerler. Dürzilerin bölgesinde olduğumuzu yerel halktan, sakallı erkeklerin  giydiği siyah potur şeklinde pantolon ve kadınların giydiği siyah çarşaf ve beyaz örtüden anlıyoruz. Rehberimiz, Dürzilerin aslen Dürz köyünden olduklarını, son derece tutucu olduklarını, sadece kendi aralarında evlendiklerini, dışarıya kız vermediklerini, en tanınmış liderlerinin eskiden başbakanlık yapmış olan Velid Canbulat olduğunu anlatıyor. 

Deir El-Qamar’da bir de mum heykellerin sergilendiği Marie Baz isimli bir batılı hatunun müzesi var. Dünyanın tanınmış politikacıları ve ortadoğunun tanınmış tarihi simalarının heykelleri arasında Yavuz Sultan Selim’in heykeli vardı ama Atatürk’ün ki yoktu.  Zaten müze genelde özensiz, heykellerde kötü olunca  Atatürk’ün  heykelinin  burada olmamasının mahsuru yok diye düşündüm.

Vadinin tam karşı tarafında, yine harika vadi manzaralı bir noktada inşa  edilmiş, Emir Bechir (Beşir) Sarayını görmek gerek. Emir Beşir Osmanlı döneminde. Lübnan’ın bağlı bulunduğu Şam vilayetinin valisi tarafından burayı yönetmek üzere atanan bir kişi imiş. Muhteşem manzaralı bu tepenin üzerine öyle bir malikâne yaptırmış ki, insan ya padişah falan olsaydı ne yaptırırdı diye düşünmeden edemiyor. (Dört karısı olduğunu öğrenince, eh anca yeter! diyebiliyoruz.) 
 Kocaman bir avlunun içinde yer alan yapının en göze çarpan şeyleri arasında:
-hatunların avluyu gözleyerek keyif yapabildikleri “cihannüma” adı verilen yeri,   
-hiçbir boya ve yapay renk kullanılmadan doğal ağaç renkleri ile yapılmış  oymalı kakmalı tavan süslerini,
 -misafir salonlarının duvarlarındaki lambrileri ve camdaki vitrayları, 
-yapıldığı 18. yüzyılda Avrupa saraylarında bulunmazken burada kullanılan hamamı saymak gerek.
 Ayrıca binanın alt katında çevreden toplanmış mozaiklerin sergilendiği bir müze de gezilmesi görülmesi gereken bir yer.

Burada arkeolog olan rehberimiz alakasız fakat henüz kamuya açıklanmamış bir bilgi daha veriyor.  Türkiye’ de Şanlıurfa Balıklıgöl civarında yapılan kazılarda  Amazon  kadınlarının tarihini anlatan mozaiklerin bulunduğunu,  eğer incelemeler sonucu tahminler doğru çıkarsa,Amazonların merkezinin, bugün bilindiği gibi, TERME değil URFA olacağını söylüyor.
  
Yılbaşı   
Lübnan’a yılbaşını geçirmek üzere gelmiştik. Daha ilk geceden eğlenceye yatkınlığı ile tanınan Lübnan halkının eğlence tarzı ve her yerde  değişmeyen yemek menüsü ile tanışınca ve yılbaşı için özel eğlence yerlerinde aynı menüye kişi başı 250 USD den başlayan anlamsız fiyat ve önceden rezervasyon mecburiyeti istenince, daha romantik bir program uygulayıp, yeni yılı Etoile meydanında avamla birlikte karşılamayı düşündük.

Akşam nevalemizi almak üzere Beirut SOUK AVM nin altındaki “Signature”e  gittik. Signature bugüne kadar ne Avrupa’da, ne de Amerika’da rastlamadığım kadar modern, lüks, güzel, bol çeşitli ve büyük bir HİPER-BAKKAL. Sadece gıda maddeleri ve mutfak malzemesi satılıyor. Gençliğimde Londra’daki Harrod’s mağazasının gıda reyonunu gördüğümde de böyle etkilenmiştim. Nevaleleri ararken çok sayıda Türk markasının raflarda  yer aldığını görmek mutlu etti.  
Nevaleleri alıp  Etoile yerine,  hemen yakındaki yat limanına gitmeyi tercih ettik. Hafif çiseleyen yağmurdan sakınarak ve marinayı dolduran hepsi birbirinden güzel motor yatları seyrederek 2011 yılını keyifle ve huzurla tükettik.    

Bitirirken,
-         Lübnana gideceklerin yanlarında USD olması yeter. Her yerde geçiyor. Dilenci bile USD alıp üstünü livre olarak verebilir.
-         Beyrut’ta taksiler de taksimetre yok. Binmeden pazarlık yapılması tavsiye ediliyor. Dolmuş minibüsü yerine “servis taksiler” var. Kişi başı para veriliyor. Belediye otobüsü yok denecek kadar az. Metro yok. Türkiye’den çok lüks cip ve spor araba var. Çoğunu da hatunlar kullanıyor. Yaya ya çok saygılılar.
-         Lübnan dünyadaki tek güzellik kredisi verilen yermiş. Güzelleşme amaçlı  estetik ameliyatlar için bankalar kredi veriyor.
-         İklim çok güzel, 31 Aralık günü denize girenler vardı.
-         Çok uzun bir sahili olmasına rağmen plaj yok gibi. İrili ufaklı, çok sayıda, tekneler için barınaklar yapmışlar.
-         Beyrut 25 sene önce çok güzel bir şehirmiş. İç savaşta çok harap olmuş. Her yer şantiye gibi. Çok sayıda modern gökdelen misali binalar inşa ediliyor. 15 sene sonra yine çok güzel bir şehir olur. Hatta AB’ye bile bizden önce alınmasını teklif edebilirler.

Sonsöz..

Türkiye’deki tüm politikacıları, ve birçok basın mensubunu bir içsavaşın muhtemel sonuçlarını görmeleri ve akıllarını başlarına almaları için Lübnan’a götürmek gerek.

Dış savaşta düşman gün geldiğinde gidiyor, ancak içsavaşta durum öyle değil.

Mutlu yıllar diliyorum.
Kamil Sandıkcıoğlu,             Ocak 2012.   


No comments:

Post a Comment