Pantolon kalmadı, gömlek verelim.
Yıl 2001. Daha emekli olmadığım ve hatta düşünmeye başlamadığım bir zaman. 2000 yılının Ağustos ayında Petrol Ofisini Özelleştirme İdaresi Başkanlığından devir almışız. Gece gündüz demeden günde en az 16-20 saat, harıl harıl yeni düzeni kurmaya ve oturtmaya çalışıyoruz. Henüz devraldığımız, sektörü ve özellikle şirketi tanımaya gayret ettiğimiz dönemde, bir de Şirketin genel müdürlüğünü İstanbul’a taşımışız. Ev Ankara da, iş İstanbul da. Aralarında mekik dokuyorum. Cuma akşamları saat 18 de İstanbul’dan çıkıyorum. Saat 21.30 da Ankara da evde oluyorum. Tabi dönüşte Pazartesi sabah ezanıyla yola çıkıyorum mesaiye İstanbul da başlıyorum. Şoförüme imreniyorum. O hafta sonu İstanbul da evinde dinleniyor. Ben Bolu Dağı tünelinin henüz açılmadığı dönemde Ankara İstanbul arasında, zamana karşı yarışan ralliciler gibi, 3 saat 15 dakikada evden işe nasıl gidiliri göstermeye çalışıyorum. Bazı deneyler ve istatistikler yapıyorum bu arada. Örneğin;
-Otomobilin yol bilgisayarı ortalama hızı 167 km gösteriyorsa İstanbul’a varış için süre 3 saat oluyor. (evden işe süresi)
-Ankara İstanbul otoyolunda en az fren pedalına basarak yapılan en yüksek ortalama hız 165 km. Fazlasına çıkıldığında fren sayısı daima artıyor.
- Otoyolda trafik işaretlerinde belirtilen hızlar %50 toleranslı,
(emniyet katsayısı %50, Yani viraja 50 km ile giriniz işareti varsa 75 km.den fazla hızla girerseniz savrulursunuz.) gibi.
Böyle bir dönemde dinlenmek için değil kafayı dinlendirmek için fırsat kolluyor insan. Sekreterim haber verdi. Kurban bayramı 7 gün tatil imkanı veriyormuş. Derhal Ankara yı arayıp hanımla konuşup tatil boyunca hiç kimsenin telefonla dahi ulaşamayacağı bir yer için seyahat programlamasını istedim. Tercihan Güney Afrika dedim. Ertesi günü Güney Afrika’ya uygun bir program bulduğunu ve bağlantı kurduğunu haber verdi.Başka hiçbir şey düşünmeden biz işle boğuşmaya devam ettik.Bayram tatilinin başlayacağı -1. (eksi birinci)gün, yani tatilin arifesi, Ankara’ya döndüğümde ufak bir değişiklik olduğunu öğrendim. Seyahat şirketi bir iki gün önce telefonla arayarak Güney Afrika turunun müşteri eksikliği nedeniyle iptal edildiğini ve bize başka bir tur teklif ettiklerini söylemiş. Tur alternatifleri arasında vize istenmeden gidilecek neresi var?. Kuzey Afrika var. Mısır var. Tunus var, Fas var. Mısırı gördük. Eşim de kaderimizin oyunu buymuş deyip Fas turuna okey demiş.
Sonuç, biz Güney Afrika’ya niyet edip Kuzey Afrika’ya Fas’a gidiyoruz yani. “Pantolon uyduramadık, gömlek verelim bari” denen reklamdaki gibi.
(Fas anılarına geçmeden önce bir küçük bilgi vermek istiyorum.
Güney Afrika programını her sene yapmak istedik ama,2007 ye kadar mümkün olmadı.)
FAS, MAĞRİP Krallığı,
THY nin 2009 Mart ayın da başlayacak doğrudan Kazablanka seferlerine kadar, İstanbul Fas bağlantıları İstanbul –Tunus arasında THY ile, Tunus Kazablanka arasında ise Royal Air Maroq ile yapılabiliyordu. Bizde aynı bağlantı ile, gece yarısında İstanbul’dan başladığımız, yaklaşık 7-8 saatlik bir yolculuktan sonra CASABLANCA 5.Muhammed Uluslararası Havaalanına indik.
Kasablanka Atlas Okyanusu kıyısında, 3.5 milyon nüfuslu bir liman kenti. Fasın en büyük kenti. Başka bir ifadeyle ekonomik başkenti.
Ülkenin resmi adı Mağrip Krallığı, İngiltere benzeri bir parlamentosu ve Kralı olan bir yönetimi var.Kuzeyinde Akdeniz, batısında Atlas Okyanusu, güneyinde Moritanya. ve doğusunda Cezayir ile sınırlı bir KUZEY AFRİKA ülkesi olan Fas’ın siyasi başkenti Rabat. Ülkenin 724 bin kilometre kare yüzölçümü, toplam 33 Milyon nüfusu var. %98 i Müslüman. Arapça resmi dil. Ama çoğu insan Berberice konuşuyor. Son yıllarda uygulanan eğitim programları ile çoğu Fransızca biliyor.
Tarihine kısaca bakıldığında 1912 de ülkeyi Fransızlar işgal ediyorlar. Aynı tarihler de İspanyollarda Cebel-i Tarık dolaylarını ele geçiriyorlar. Ülke, 1956 yılında Fransızlar çekilene kadar başa geçen veya geçirilen Krallar tarafından Fransız hegemonyasında yönetiliyor. Fosfat üretilen. tekstil, dericilik ve mobilyacılık sektörlerinin geliştiği ülkede kişi başı gelir 1000 USD civarında imiş.
Kazablanka
Kazablanka’ya indiğimizde yaklaşık 80 kişilik grubumuzu iki ayrı otobüse bindirdiler. 5 yıldızlı otellerde kalacaklar ile 4 yıldızlı otellerde kalacaklar diye ayırdılar grubu. Biz son dakikada katılanlar- dan olduğumuz için 4 yıldızlı grupta yer bulmuştuk. Otobüste grubumuzla tanıştık. Hayatımda hiç bu kadar hetorejen bir gezi grubuna rastlamamıştım. Türk seyahat şirketinin düzenlediği turun katılımcılarının yarıya yakınının Türkiye de ikamet eden yabancılar olduğunu öğrendik. Kanadalısı, Amerikalısı, Çeki, Fransızı, genci, orta yaşlısı, ne istersen var. Ortak dil İngilizce. Kaderimizin oyununun devam ettiğini bir kere daha düşündük. Nerden bilebilirdik ki o grupla yaptığımız gezinin her anında kahkahanın patlayabileceğini. Bizim gruptaki neşeyi görünce diğer otobüsteki kişilerin bize imrenip, tenzil-i yıldız isteyeceklerini kim tahmin edebilirdi ki. Tüm gezi boyunca hiç kimsenin tahmin edemeyeceği bir şekilde eğlenerek, gülerek dolaştık bu 40 benzemez insanla.
Uçaktan iner inmez, vakit kaybetmeden Kazablanka’yı gezdik. AAtlas Okyanusu kıyısında, denizi doldurarak kazanılan bir alan üzerine, harika bir cami yapmışlar. Mimarı bir Fransız olan, Kral 2. HASAN için yaptırılan bu kubbesiz caminin büyüklüğü ve süslemesi gerçekten ihtişamlı. Uzun yıllar süren ve çok para dökülen bu camiyi Faslılar ve özellikle Kazablankalılar büyük gurur ve onur duyarak anlatıyorlar. Hemen hemen her ailenin bir ferdi cami inşaatında çalışmış. Ailelerden parasal yardımlar toplanmış. Ortaya harika bir şey çıkmış. Çok amaçlı faaliyetlerin yapılabildiği bir kompleks şeklinde düzenlenen caminin onlarca sarı metal kaplama kapısı sadece namaz vakitlerinde açıldığı için ilk gün içeri girip bakamamıştık.
Dönüş programında içine girdik. Binanın alt katı, konferans salonları, eğitim merkezi, ve hamam gibi yerler içeriyor. Namaz kılınan büyük salona yürüyen merdivenlerle çıkılıyor. Caminin içi de çok katlı. Onlarca yürüyen merdivenle daha yukarılara çıkılıyor. Çok büyük ve güzel bir yapı.
Binanın iki emsalsiz özelliği var.
Birincisi; Tavanı. Yaklaşık 1000 ton ağırlığında olduğu söylenen altın kaplamalı gayet ince işli ve süslü tavanının, yazın sıcak günlerinde sağa ve sola kayarak açılıp, kapanması imiş.
İkincisi; Minare. İslam dünyasının en büyük ve en yüksek minaresi imiş.
Kazablanka da şehir turunda Kraliyet Sarayını, kapalı çarşı ve pazarlarını, şehrin önemli meydan ve heykellerini görüp öğlen yemeğini Atlas okyanusu kıyısında bir balık restoranında alıyoruz. Okyanus manzaralı yemeğimiz doğal olarak balık ağırlıklı. Bu nedenle Fas’ın geleneksel lezzetinden bilmeyerek ilk ve son defa uzak kalmışız. Manzara ve restoran pek güzel. Ama tüm gece yolda geçmiş olduğundan öğlen yemeği akabinde göz kapaklarını birbirinden ayrı tutmanın zorluğunu yaşıyoruz. Mart ayı olmasına rağmen güneş sıcacık ve karnımız tok.
Kazablankayı herkes Humphrey Bogart ve İngrid Bergman ın oynadığı filimden tanıyor. Rehberden ilk istenen şey, filmin çekildiği oteli görmek oluyor. Gece şehri dolaşmaya çıkanlar o otelin önünden geçmişler. Biz ertesi gün erkenden başlayacak Rabat – Fez programında sağlam kalmak için tedbir alıyoruz.
Ertesi sabah erkenden sahil boyunca Kuzey doğuya doğru, Rabat’a gidiyoruz. Rabat başkent. Parlamento ve Kraliyet sarayı burada. Kral 5. Muhammet’in anıtsal türbesini tavaf edip, Kral Hasan kulesini geziyoruz. Rabat kalesinin (Casbah ) fotolarını çekiyoruz.
12. asırdan kalma bitmemiş bir camiye gidiyoruz. Dünyanın en büyük camii olarak planlanmış ancak, (bana göre çok geniş olduğundan üstünün kapatılma olanağı teknolojik olarak bulunamadığı için yarım bırakılmış) bitirilmemiş bir yapıyı gördük. Efes teki sütunlar kadar çok sayıda mermer kolonlar bulunan koca bir alan olarak koruyorlar.
Medina ve Tajin
Öğlen yemeğini Rabat’ın “medina” sında, otantik bir restoranda alıyoruz. Medina şehrin tarihi alış veriş merkezlerine verilen ad. Kimi yerde bizim kapalı çarşı gibi koridorları olan, kimi yerde üstü açık devam eden, daracık ve labirent gibi sokakları tıklım tıklım insan dolu, tam bir oryantal pazar yerine Medina diyorlar. Eğer rehber olmasa, bu curcunanın içindeki restorana insanın tek başına bulup ulaşması pek kolay değil. İşte burada bir Fas lezzeti ile tanışıyoruz. Tajin,
Bildiğimiz kapaklı güveçte pişirilmiş kuzu eti. Yanında domates, soğan, taze yeşil biber, patates, patlıcan, çeşitli baharatlar ve bir sürpriz var. Kayısı . O kadar şeyin içinde insanın meyve çıkacağını tahmin etmesi zor. Hemen burada ilave ediyorum. Fas’ta her öğlen yemeğinde, her şehirde, hatta Atlas dağlarındaki yol üstü restoranda bile TAJİN yedik. Ama hepsinde farklı bir meyve vardı güveç’in içinde. Önce kayısı ile başladık. Ertesi gün ayva, sonraki gün elma, daha sonra erik yer aldı tajinimizin içinde. Valla, acaba haftanın günlerine göre konacak meyve ülke çapında belirlenmişmiydiki diye düşünüyorum. Çünkü yemek yediğimiz yerlerin birbirlerinden habersiz, menülerinde meyveleri çakıştırmadan farklı kullanmaları büyük tesadüf. Son gün Çek arkadaşımız isyan etti. Dönüşte tajin yemeyecekmiş artık…
Yol boyunca her satıcının tezgahında gördüğümüz pişmiş kilden yapılmış kapaklı tajin güveçleri, tajin’in Fas’ta ne kadar önemli bir yer tuttuğunun ispatı idi. Sadece Faslılara değil turistlere de tajin güveç’i satıyorlar.
Rabat’ta kalmadan devam ediyoruz. Şehir çıkışında bir tepenin üzerinde kocaman bir alan düzenlemişler. Etrafı duvarlarla çevrili. Köşelerde minik minare benzeri kuleler var. Bu nedir diye soruyoruz. Rehberimiz “Namazgah” diyor. Bayram namazları orada kılınıyormuş. Sabah bayram namazı orada kılınmış. Otobüste bayramlaşıyoruz.
Yol üstünde bulunan Meknes kentine uğruyoruz. Tarihi bir kent Meknes. Tarihte bir zamanlar başkentlik yapmış bu şehirde Fas’ın en güzel şehir kapısını gösteriyorlar. Bab El Mansour. Mansur Kapısı.
Fas süsleme sanatı kendine özgü bir oymacılık işi. Tam karışımını öğrenemedim ama, bir çeşit alçı olan bu malzeme, dondurulduktan sonra, kolayca oyularak işleniyor, genellikle beyaz bırakılıyor. Ama çeşitli yerlerde bu malzemenin kolayca boyanabildiğini anlıyoruz. Harika desenler ve figürler Bab el Mansour gibi tüm saray ve diğer yapıların iç ve dış cephelerini kaplıyor. Bilgisayarın olmadığı bir dönemde o kadar simetrik desenler nasıl yapılmış insan şaşırıyor. Akşam Fez kentinde otelimize ulaşıyoruz. Yaklaşık 320 km yol gelmişiz.
Fez
Fez de, Fas’ın tarihinde başkentlik yapmış kentlerden biri. Ancak şehrin daha çok kültürel başkentlik yaptığı ortaya çıkıyor. Eski şehir merkezini gezdikten sonra Bou Anania ve Attarine Üniversitelerini dolaşıyoruz. Kütüphanelerini ziyaret edip, tarihi cami ve çeşmeleri görüyoruz. “Suk” (Pazar) larda alış veriş yapmaya çalışıyoruz. Öğle yemeği yine şehir “Medina” sında otantik bir restoranda. Tajin standart elbet. Tarihi restoranda “Maroken” koltuklarda poz veriyoruz. (Annemin maroken koltuklarının orijini Fas(Maroq)’ mış meğer.) Halıcıyı ziyaret boynumuzun borcu.
Yemekten sonra Fas’ın meşhur olduğu deri işleme atölyelerini geziyoruz. Özellikle derilerin renklendirildiği boyahaneler çok ilginç. Hala orta çağdan kalma tekniklerle derileri boyuyorlar. Bu boyahanelerin resimlerini daha önce çeşitli belgesellerde, takvim yapraklarında gördüğümüzü hatırlıyoruz.
Kral olunca her şehirde bir saray yaptırmak gerek galiba. Burada da bir sarayı var Kralın. Akşam yemekten sonra eğlence var. Fas düğününe gidiyoruz. Limonata ve yer fıstığının ikram edildiği müzikli bir program izliyoruz. Sonunda bizim gruptan bir kızımızı alıp, otantik Fas kıyafetleri ile giydirip, tahtırevanla baş üzerinde taşıyarak sahneye getirip gelin ettiler.
Sabah seher vakti otobüsümüzle yola koyuluyoruz. Yolumuz yaklaşık 700 km. Hedef Quarzazate.
Atlas dağları ve Mantar meşesi,
Sabah gün doğumu ile başlayan programda, gayet güzel asfaltlı yol vadiler arasından yavaş yavaş, kıvrıla büküle yükselerek Atlas Dağlarına çıkarıyor bizi. Her vadi değişik karakterde karşımıza çıkıyor. Önce ormanlık bir bölgeden geçiyoruz. Yoldan yaklaşık 250 metre uzakta olan ormandaki ağaçların gövdeleri dikkatimizi çekmeye başlıyor. Bunlar ne diyoruz. Rehberimizden önce şoförümüz cevap veriyor. “Mantar ağacı. CORK OAK “. Mantar meşesi. Her iki senede bir bu ağaçların gövdelerinin yerden başlayarak yaklaşık 2 metrelik kısımlarında kabuklar soyulurmuş. Ağaç kendini korumak amacıyla bu kısımlarda hızlı gelişen bir doku üretip yeni bir kabuk oluşturmaya başlarmış. İşte bu yeni doku, bizim şarap mantarı diye bildiğimiz malzemenin hammaddesini oluşturuyormuş. Bir ağaçtan ömrü boyunca dört beş defa mantar üretmek mümkünmüş. Mantarlaşan ağaç kabukları toplanıp Portekize satılıyormuş. Orada işlenip tabakalar halinde dünyanın en iyi ürünü olarak şarap imalatçılarının ve diğer mantar kullanıcıları için uluslararası pazara sunuluyormuş.
Yol giderek yükseliyor. Deniz seviyesinden beri gördüğümüz zeytin ağaçları 1500 lü rakımlarda bile devam ediyor. Yani Akdeniz ülkesi Fas’ın önemli bir ürününün de Akdenizli zeytin olduğunu, ve zeytinciliğe önem verdiklerini anlıyoruz. Yolda çam ormanın kenarında durup, kara Afrika da beyaz kar topu oynuyoruz, üzerimizdeki şortlarla.
Quarzazate
Dağların arasında kurulu bu şehirde Los Angeles deki film stüdyolarının benzerini görmek şaşırtıyor. Tüm Mısır medeniyetleri ile ilgili filimler burada çekiliyormuş. Çok büyük setler kurmuşlar.
Şehirde bir çok “Casbah” var.Zaten biz de onları görmeye gelmişiz. Casbah kilden inşa edilmiş, kale benzeri saray yavruları binalara verilen isim. Bölgede inşaat malzemesi olarak taş bulunmayınca, en kolay bulunan malzemeden, kilden yapmışlar. En çok 3 kat olabilen bu kilden yapılarda şehrin ileri gelenleri ile çok zenginler hem korunma hem ikamet amaçlı olarak yaşamışlar. Kimisinde hala yaşandığını öğreniyoruz. İçleri gayet süslü dekore edilmiş bu yapılara “Toprak Saray“ demek doğru olabilir. Yol boyunca geçtiğimiz kasabalarda kimi harap olmuş kimi gayet güzel bakımlı çok sayıda “Casbah”ı resimledik.
Durmak yok, öğleden sonra yola devam. Hedefte 300km uzaklıktaki Marakeş var. Dağların tepesindeki crestlerden geçen yolda otobüsle gidiyor olmanıza rağmen, hem sağ hem sol tarafınızda yaklaşık 1000metre aşağıdaki ova köylerinin görüntüleri sanki bir uçak seyahati yapıyormuşsunuz duygusu veriyor. Azıcıkta, acaba şoför bu dar yolda hata yapar mı korkusu tabi!. Ovaya inince çöl ortamında palmiye ve hurma ormanında buluyoruz kendimizi. İki günde dört mevsimi yaşayacağımız aklıma gelmezdi.
Marrakech
Gezimizin son durağı Marakeş de bir tatil köyüne yerleşiyoruz. Güzel bir tesis. Yüzme havuzunu kullananlar çıkıyor aramızdan. Akşam yemekten sonra yol yorgunu olmamıza rağmen şehri dolaşmaya çıkıyoruz. İşin kolayını seçiyoruz. Grup halinde konvoy yaparak paytonla dolaşmaya başlıyoruz.
Harika bir keyif. Tam o sırada cep telefonlarından birine bir haber geliyor. Galatasaray UEFA kupasında finale kalmış. Keyfimiz katlanıyor . 6 -7 araçlık tüm payton konvoyu “Dağ Başını Duman Almış” marşını söyleyerek ve arada Cim Bom naraları ile Marakeşi dolaşıyoruz. Arada Faslıların da cim bom çekmeleri pek hoş geliyor.
Sabahleyin şehri dolaşırken neden Marakeş in en son durak olarak seçildiğini anlıyoruz. Galiba FAS’ın özeti burası. Sabahtan turistik yerleri, Müzeleri, sarayları, camileri, mezarları, harika bahçeleri geziyoruz. Öğlen yemeğinde son olarak tajin’imizi yedikten sonra D’Jamaa El Fna meydanında pazara bırakıyorlar bizi.
İstanbul - Taksim meydanını andıran bir yer burası. Her şey burada . Curcuna diye buna denir herhalde. On binlerce yaya arasından geçmeye çalışan araçlar yollarını nasıl buluyor şaşıyor insan.
Her köşesi olağan üstü ilgi çekici bir alan burası.
-Bir köşede yere sıra sıra halkalar yaparak oturmuş insanlar ortada bir şeyler anlatan birini ilgiyle izliyorlar. Bu ne diyoruz İngilizce bilen bir Faslıya . “Hikayeci” diyor. Hikaye anlatıyor. Her gün bir başka hikaye anlatıyormuş. Dinleyenlerden topladığı bahşişle geçiniyor.
-Öteki köşede yere serdiği kilim veya halı üzerinde zurna çalıp yılan oynatanlar, ortada çöreklenmiş, sayısız kobralar ve sarı iri yılanlar,
-Onların yanında kazan kazan yemek pişirip servis yapan açık hava lokantaları,
- Bitişiğinde, önündeki 1 metrekare tezgahında sökülmüş binlerce insan dişi ve kerpeten olan dişçiler, berberler, icra-i meslek yapıyorlar.
- Maymununun maharetlerini gösterenler,…..,
Aklınıza gelmeyecek her şey orada.
Olağanüstü manzaralar arasında yılan sokmasın, maymun ısırmasın, araba ezmesin diye sakınarak alış veriş yapıyoruz pazardan. Faslı satıcıların Türk olduğumuzu öğrenince, akşamki maçı ima ederek, Hagi, Hakan Şükür, Cim Bom demeleri gurur veriyor. Marakeş pazarındaki manzaraları heyecanla birbirimize anlatarak dönüyoruz otelimize. Bu son akşam. CHEZ ALİ de yemek yiyecekmişiz.
Chez Ali.
Türkçesi Ali’nin Yeri. Şehrin biraz dışında düzlük bir yerde, büyücek bir spor salonu kadar geniş bir alan üzerinde keçi kılından yapılmış örtülerle üstü kapatılmış, çelik konstrüksiyon iskeletli, tek katlı ve bol bol salonlara bölünmüş bir yapıya giriyoruz. Daha otobüsten inerken duyulmaya başlayan Arap müziği ve yalellisi eşliğinde sık sık çekilen zılgıt sesleri ile kapıya geliniyor. Kapıda otantik Fas kıyafetli kadınlar ve elleri palalı yağız delikanlılar, kafasına gül yaprakları dökerek karşılıyor misafirleri. İsteyenleri masalı sandalyeli salonlara, isteyenleri klasik Arap usulü tepsi etrafına yere oturmalı düzenekteki salonlara alıyorlar. Bizi masalı sandalyeli salona buyur ettiler.
Şov yemekte de devam ediyor. Arap kıyafetleri giyinmiş garsonlar, her masaya kocaman kapaklı tepsiler içinde yarımşar kuzu getiriyorlar. Tandırda nar gibi kızarmış. Yanına bir tepside kuskus pilavı koyuluyor. Yemede yanında yat misali bir görüntü!. Müzik hiç durmuyor. Kadınlı erkekli folklor ekipleri her salonda sırayla gelip dans ediyor ve birkaç yalelli söyleyip, tüyleri ürperten zılgıt çekip gidiyor. Çok hareketli geçen yemek sonrasında hadi kalkın dediler. Şov başlıyormuş. Durun daha tatlıyı yemedik dememize kalmadan kalkıldı ve binanın dışındaki tribünlere yerleşildi. Çalan borazanlar eşliğinde kısa bir atlı gösteri başladı. Arap atlı biniciler çeşitli hünerlerini gösterdi. Havai fişeklerin göğü renklendirdiği bir ortamda ALİ misafirlerine teşekkür etti.Gösterinin bitişinde, havai fişeklerin arkasından Chez Ali’nin sponsoru olduğunu anladığımız dünya çapında bir firmanın (J&J) ateşten yazılmış logosu çıkmasını hiç sevmedim. Gecenin nefasetini söndürdü.
Dönüş Başlıyor
Marakeş deki son gecemizi rüyalarımızda göremeyeceğimiz,
yılanları, dişçileri, zılgıtları düşünerek, güzel otelimizde geçirdik. Sabah erkenden dönüşe geçtik. Yaklaşık 1.5 saatlik bir yolculuktan sonra Kazblanka ya döndük . Hasan II camiini tekrar görüp havaalanın yolunu tuttuk. Dönüş yine Tunus üzerinden aktarmalı.
Güney Afrika’ya niyet edip Kuzey Afrika’ya geldiğimize hala inanamaz halde, gayet güzel bir gezi yapmanın huzuru içinde, kaderimize şükrederek döndük evimize.
Sevgilerimle.
No comments:
Post a Comment