Macau’dan Hong Kong’a dönerken rehberimiz ertesi günkü sefer vaktini açıkladı. Bu sefer, sefer vakti seher vaktinden de önce.
Saat 5:00te uyandırma 5:30 da hareket. 7:30 da uçak. Yaklaşık 6 saat sonra Bangkok’da olunacakmış. Coğrafya bilgim ve uçuş tecrübem Bangkok seferinin bu kadar sürmemesi gerektiğini söylüyor. Ama rehberin dediği yapılacak.
Saat 5.30 da otelden hareket edildi. Otobüsümüzle bomboş yollar ve asma köprüler ve tünellerden geçilerek Hong Kong, Chep Lap Kok International havalimanına ulaşıldı. Seher vaktinde bomboş olan binaların büyüklüğü ve rahatlığı daha da belli oluyor.
Thai havayollarının uçağına binmeyi beklerken Hong Kong ve Macau’yu düşünüyorum. Macau’da para bozdurmadık zaten. Üzerimizdeki son Central Bank Of China tarafından çıkarılmış Hong Kong Dolarlarını harcıyoruz. Dünyada birden fazla adla, para çıkaran başka banka merkez bankası var mıdır? diye düşünmeden edemiyorum. HK da 9 Metro hattı var. Bir hafif metro, bir de hava limanı ekspres hattı dedikleri metro hattı var. Belediye otobüslerinin çoğu iki katlı. Londra’daki otobüslerden bile yeni ve güzel. Şehir kalabalık ve yollar alan darlığı nedeni ile dar olmasına rağmen trafik sıkışmıyor. Yayalara acayip saygı gösteriyorlar. Şehirde suç oranı çok düşükmüş. Dünyanın en büyük limanlarından biri de burada ve ticaretin büyük kısmı limanda gerçekleştiriliyor.
Thai’nin Bangkok seferi, için check-in yaptırırken alışık olmadığımız bir soru ile karşılaşıyoruz. “Muslim menü ister miyiz” diye soruyorlar.
Dini inançlara önem verildiği anlaşılıyor. Uçağımız A330. Kabin memurları yolcuları uçağın kapısında avuçlarını göğüs hizasında birleştirip başlarını hafifçe öne eğerek “Nameste”(Thai lisanında farklı) ile hoş geldiniz diyerek karşılıyorlar. O dakikada insanın kalbinin yumuşadığını söylemek yalan olmaz.
Koltuklarımıza oturup da Thai Havayolları magazinindeki haritayı inceleyip pilotun verdiği bilgileri dinleyince Bangkok’a neden 6 saat sonra ulaşılacağı anlaşıldı. Uçak önce Phuket adasına uğrayıp oradan Bangkok gidecekmiş.. Biraz daha bilgi verecek olursam, Hong Kong dan kalkıp Bangkok’u geçip 3.5 saat sonra daha güneydeki Phuket’e inecek, oradan kuzeye doğru 1.5 saat uçup Bangkok’a dönecekmişiz.
Pilotun ikazı ile kemerlerimizi bağladığımızda ineceğimiz Phuket’in ormanlarla kaplı turistik bir ada olduğunu gördük. Tek pistli hava limanını orman içine yapmışlar. Uçuş kontrol kulesini bile orman kontrol kulesi gibi orman içine yapmışlar. Denize 90 derece dik olarak yapılmış piste uçaklar plaj üzerinden yaklaşarak iniyorlar.
Phuketi geçtiğimiz yıllarda bu bölgede oluşan tsunami felaketinden nasibini almış bir yer olarak hatırlıyoruz. Alanda tsunamiden bir iz görmedik. Ama şaşırtan şey bu küçük alana inen Boeing 747 ler, A340lar ve diğer geniş gövdeli uçakların bolluğu. Özellikle İskandinav ülkelerinden gelen turistlerin çokluğu. Phuketin bir turizm merkezi olduğu kesin.
Pasaport kontrolünü Phuket’de yaptıktan sonra, geldiğimiz uçağa binip Bangkok’a uçuyoruz. Uçak bu sefer full. Demek ki yolcu olunca uzun menzilli olmalarına rağmen A330’lar kısa uçuşlarda da kullanılabiliniyormuş.
Öğleden sonra Bangkok’ a varıyoruz. Otele gitmeden hemen şehir turu yapılıyor. Trafik solda yine, ama çok sıkışık. Şehrin içinden de geçen paralı yollar yapılmış. Paralı yolların bir bölümü şehir içinde adeta ranzalı yol olarak inşa edilmiş. Bu paralı yollarda güvenlik tedbiri diye bir şey yok. Yollar oldukça dar kalitesiz. Ama bunlarda olmasa Bangkok da ne yapılır bilemem.
Şehre gelirken rehber bilgi veriyor. Tayland’ın nüfusu 64 , Bangkong’un 8 milyon. %75 i Thai, %15 i Çinli, Halkın %90’ı Budist (Taoist) %7’si müslüman.
Tayland para birimi Baht. Kuru 1USD =38 THB.
Krallıkla yönetilen ülkenin eski adı Siyam. Halk krallarını çok seviyor. Her yerde resimleri var. Kral Hanedanın eskiden beri kullandığı sarayı kullanmıyor. Kendisine daha mütevazı bir yer yapılmış, orada oturuyor.Ancak ülkede özellikle politikacılar arasında “corruption” (yolsuzluklar) dan şikayet ediliyor. Zaman zaman hükümet darbeleri oluyormuş. Bu darbeler krala değil hükümetlere yönelik oluyormuş ve kralın onayı ile.!!
Tayland Thai dilinde özgür ülke demekmiş. Bu güne kadar hiç düşman işgaline uğramamışlar. Tarihten beri hep özgür kalmışlar. Sadece 2. Dünya Savaşı sırasında Japon orduları gelince, durumu kurtarmak için çözüm arayıp bulmuşlar. Japonlarla bir anlaşma yapılmış. Japonlara sadece savaş sırasında ülkeden geçiş hakkı tanınmış. Savaş bittiğinde de yabancı ordular ülkelerine geri dönmüş.
Bangkok 15. Kuzey Enlemi ile 100. Doğu Boylamında yer alıyor. Coğrafi konum olarak bir nehrin yüzlerce kilometre kare genişliğinde deltası üzerinde yer alıyor. Her taraf düz ve tamamen kanal ve su yolları ile örülmüş vaziyette. Yaklaşık 50-60 km. mesafede nehir denize açılıyor. Ana liman orada, ancak küçük ve altı düz yük gemileri Bangkok’un ortasından geçerek ülkenin iç kesimlerine kadar ulaşabiliyorlar. Şehrin kurulu olduğu alan hakkında fikir vermek için şöyle bir şey söyleyebiliriz. Herkesin bildiği VENEDİK ten en az 50 kat daha geniş bir alanda ve bir o kadar daha fazla su kanalı üzerine kurulmuş bir şehir Bangkok.
Bu nedenle şehirde ulaşım çok zor ve karmaşık çözümler gerektiriyor.
Şehirde çok sayıda yüksek bina göze çarpıyor. Toprağın vıcık vıcık sulu olduğu bir ortamda bu binaları hangi sağlam zemin üzerine kurduklarını, o zemini nasıl bulduklarını düşünmekte zorlanıyorum.
Yer altına inemedikleri için yüksek binaların neredeyse ilk 10 katı kapalı otopark olarak yapılmış.
Şehirde trafikten kurtulup ilk ulaştığımız yer. Altın Buda’nın bulunduğu tapınak. Wat Traimit. Yeni restore edilip ziyarete açılan bu tapınağa girerken ayakkabılarımızı çıkarmamız hatırlatıldı. Tropik bir bölgede olan bu memlekette ne zaman yağmur yağacağı belli olmuyor. Tapınağa girerken yağmurdan ıslanan beyaz mermerlerden yapılmış merdivenlerde, ayakkabılarımız elimizde çıplak ayakla dolaşmak da bayağı zevkli oluyormuş. Burada insanların büyük bir huşu ile ziyaret ettikleri (rivayet odur ki, ne zaman ve kim tarafından yapıldığı bilinmeyen, çamurlar içinde bulunan, temizlendiğinde som altından yapılmış olduğu anlaşılan) 5.5 ton ağırlığında bir oturan Buda heykelini görünce insan etkileniyor. Piramit gibi daralarak yükselen, içi de dışı da çok albenili bir şekilde süslenmiş boyanmış bir yapının üst bölümünde gayet süslü bir mekanda oturuyor Altın Buda.
Tepeden bakınca aşağıda avluda başka tapınak binalarının olduğunu görüyoruz. Islak merdivenlerden kaymadan, düşmeden inmeye gayret ederek öbür binaları da ziyaret ediyoruz.
Burada rahipler önüne oturanları su ile kutsayarak onlar için dua ediyor. Rahip in serptiği sulardan bizde nasibimiz alıyoruz. Aynı zamanda dualarla birlikte sunağa bırakılan yığınlarca meyve ve yiyeceklerin toplanıp, getirenlere veya isteyenlere okunmuş, kutsanmış olarak dağıtıldığını öğreniyoruz.
Sonraki durak, Wat Pho. Wat tapınak demekmiş. Kraliyet tapınağı diye adlandırılan bu yer aslında bir tapınaklar kompleksi. Önce Yatan Buda görülüyor. Yer yüzündeki en büyük yatan Buda heykeli imiş. 15 metre yüksekliğinde , 46 metre uzunluğundaki altın kaplama heykelin içinde bulunduğu bina oldukça az ışıklı olduğu için ve en önemlisi heykel çok büyük olduğu için foto kadranlarına sığacak pozu bulup resimlemek çok zor.
Tayland usulü zekat toplamayı da buradan çıkarken görüyoruz. Orada görevli memurdan her biri bir iki BHT birimi olan bozuk para satın alınıyor. Bu kuruşluklar, duvar boyu dizilmiş onlarca bakır tasa yürürken sırayla, teker teker atılıyor. Onlarca kişinin aynı anda yaptığı bu para atma işi sanki bir müzik haline dönüşüyor.
Bu kompleks de avlular iç içe geçmiş bir vaziyette. Her avluda onlarca oturan Buda heykeli sıra sıra dizilmiş gelenleri izliyor. Her birinin değişik bir anlam ifade eden bir hareketi, bir mimiği varmış. Ama bunları anlamaya ve öğrenmeye bizim zamanımız yok. Yarışırcasına dolaşıyoruz avluları. Arada zenci Budalar olduğunu da fark ediyoruz.
Avlular bitince bahçeye çıkılıyor. Bahçede ise konik şekilleri ile irili, ufaklı yüzlerce Stuba var. Değişik renk ve desenlerle bezenmiş bu Stubaların altında onları yaptıran kralların küllerinin saklanmış olabileceği söyleniyor. Daha fazla resim çekmek, daha fazla şey öğrenmek için oyalanınca gruptan kopup kayboluyorum birbirini andıran Stuba ve avlular arasında. Burada Tayland’ı dünyaya meşhur eden masaj okulu da varmış. Ama ben kaybolduğum için göremedim.”Curiosity kills the cat “ veya “İnsanın başına ne gelirse Merak tan….” dendiğini duyar gibi oluyorum.
Grup buluştuğunda otobüsle tura devam ediliyor. Bir başka süslü binalar kompleksinin önünden geçerken buranın Grand Palace olduğunu ancak şu anda restorasyon nedeni ile kapalı olduğunu öğreniyoruz. Gezemedik ya, aklımız orada kalıyor. Ama Kral da orada kalmıyormuş zaten. Kralın yeni evini, Çin mahallesini görüp, yorgun bir vaziyette otelimize ulaşıyoruz.
Seher vakti başlayan gün oldukça uzun ama bitmiyor. Hiç yemek yenmeyecek mi? Yemeğe Bangkok’un en bilinen lokantasına gidiliyor. Sea Food Market. Sloganı “If it swims we have it” olan bir restoran burası. Kapının girişinde yaklaşık 40 -50 tane aşçının vitrinde olduğu bir mutfak yer alıyor. Aşçılara selam vererek giriliyor.
İçerisi büyük bir spor salonu hacminde sütunsuz, 1000 kişinin aynı anda yemek yiyebileceği kadar geniş bir lokanta.
Önce herkes yerini bulup oturduktan sonra salonun uzun kenarında, salon boyu uzanan vitrinli tezgahların önüne gidiliyor. Burada satılan hepsi taze, kimisi hala canlı, her türlü deniz ürünlerinden, balık , yengeç, karides, istakoz, midye, sübye, salatalık marul, soğan sarmısak, domates ,patates vs. alınıp market arabasına konuyor ve kasadan ödeme yapılıp masaya dönülüyor. Hemen gelen garsonlara aldığınız deniz ürünlerinin nasıl pişirilmesini istediğinizi söylüyor, salatanızı sipariş ediyorsunuz. Hayret edilecek kısa bir zamanda siparişleriniz pişirilip sofraya geliyor. Kapıdan girerken görülen aşçıların sayısının yüksekliğinin cevabı ortaya çıkıyor.
Lezzet bakımından fazla bir özelliği olmasa da, her turistin mutlaka deneyeceği bir lokanta burası.
Karnımızda doydu. Yatılır mı? Yatılmaz...
Ne yapılır? Patpong gece pazarına gidilir. Zaten aldığımız kilolardan dar gelen şort yemek sonrasında işkence aletine dönüştüğü için derhal yerine geniş yeni bir şort, sokak ortasında denenerek alınır.
Satıcı kadının “zaten çekinmene gerek yokmuş, içinde külotun da varmış” diyip durmasına en çok yanımdaki Müyesser hanım gülüyor.
Gece pazarının etrafında müzik seslerinin ayyuka çıktığı barlar bulunuyor. Bu barların kimisinin kapıları açık, kimininki kapalı.
Açık kapılardan içerde sahnede boru dansı yapan bikinililerin olduğu görülüyor. Showlar dışarıdan rahatlıkla izlenebiliyor. Rehberimizin uyarılarına göre “Bikinililerin” bayan olduklarını sanmak safdillik oluyor burada. En çok travestinin bulunduğu ülke Taylandmış.
Gece pazarını vukuatsız tamamlayıp taksi ile otelimize dönüyoruz.
Bangkok -Devam
Sevgili Dostlar,
Bangkok’da Çaya Praya (Krallar Nehri) nın kıyısında yer alan otelimizin kaldığımız odası nehre tepeden bakıyor. Sabah henüz gün ışırken bile nehir üzerindeki yük taşıma trafiği göze çarpıyor. Yine sabah erken saatte hareket var. Yüzen pazara gidilecekmiş. “Ya!,,.pazara bu kadar erken gitmenin ne alemi var?. Türkiye’de hiç mi Pazar görmedik?. Bu saatte de çıkılır mı?” diye sızlanarak kahvaltımızı ediyoruz. Grubumuzu galiba seviyorum. Hiç eksiksiz otobüse biniveriyorlar.
Bangkok’da eskiden şehir içinde kurulan yüzen pazarlar artık şehir dışında kalmış. Otobüsle yaklaşık 1 saat mesafedeki bir pazara gidiyoruz. Pazar öğleye kadar açık kalıyormuş. Bu nedenle yolda geçecek süre düşünülerek erken hareket ediliyormuş. Otobüsümüz kanallar arasına girmeden önce çay ve ihtiyaç molası veriyor bir Hindistan cevizi üretim ve işleme çiftliğinde.Hindistan cevizinin çiçekleri, kendisi , üretimi, hasatı, ve hindistan cevizinden yapılan pekmez hakkında bilgi ediniyoruz.Yaklaşık 10 dk daha gittikten sonra otobüsümüz yoğun ağaçlık bir yerde duruyor. Birkaç adım ötede genişliği 2-3 metre olan bir su kanalı var.
Bulunduğumuz yere hemen onlarca tekneden biri yanaşıyor. Önce tekneyi tanımlamak lazım. Venedik’teki gondolları andıran, 10-12 metre uzunluğunda, ancak iki kişinin yan yana ve tabana konmuş şiltelere oturabildiği, oturduktan sonra dengeyi bozacağı için kalkmasına izin verilmediği, arka arkaya en çok 8-10 kişinin binebildiği, çoğunlukla metal gövdeli, gayet süslü ve renkli bir şekilde boyanmış tekneler bunlar. Rehberimiz kovboy teknesi diye tanımlıyor. Buraya kadar anlattığım şey bana göre çok önemli değil. Tekneyi özel yapan ve Tayland’a özgü yapan arkada kaptanın kullandığı motor ve takılma şekli.
Koskoca 4 veya bazılarında 6 silindirli kocaman bir dizel motor teknenin kıçında bir askının üzerine oturtulmuş, hem sağa sola dönüyor, hem aşağı yukarı (öne - arkaya)eğiliyor, arkasında 5-6 metre uzunluğunda bir şaft, ucunda motorun cüssesine göre küçük bir uskur var. Kaptan motoru ön tarafından kaldırarak uskuru suya sokuyor ve sağa sola çevirerek de dümen tutuyor.
Bu kadar basit bir düzen. Bizdeki gibi su seviyesinin altında kalan şaftın salmastrasından su kaçırma derdi falan yok. Kısaca dıştan takma değil tepeden inme motorlu tekneler bunlar. Genişliği 3 metreden fazla olmayan kanallarda köşe dönerken ve oldukça hareketli kanal trafiği içinde 10 -12 metrelik teknelerini süren kaptanların maharetlerini de bu arada belirtmek gerek. Tropik ormanlık bir bölgedeki su kanalları, aynen patika -sokak- cadde- bulvarlar gibi genişleyip, daralarak devam ediyor. Kanalların kıyısında ise kazıklar üzerine oturtulmuş, ahşap evler var. Evlerin neredeyse hepsinde parmaklıklı verandaların kenarlarında, eski püskü saksı veya tenekeler içinde olsalar bile rengarenk açan çiçekleri görünce, burada yaşayan insanlar ne kadar da doğaya düşkünler, diyoruz.
Burada bir başka şey daha dikkatimizi çekiyor. Her evin bahçesinin bir köşesinde, balkonun bir ucunda, veya sokağın bir kenarında küçük Buda heykelcikli sunakları var. Bunları müslümanların evlerindeki seccadelere benzetiyoruz. Bu sunakçıkları, daha sonra şehir merkezinde dükkanlarda ve AVM lerde bile görünce, Budistlerin, özellikle Tayland’ lıların, inançları gereği ibadetlerini her an her yerde yerine getirmeye özen gösterdiklerini düşünüyoruz.
Tropik orman içinden döne kıvrıla yol alırken motorumuz önce öksürdü, sonra da sanki adrenalin yükseltmek amacıyla stop etti. Kaptanımızın hiç sinirlenmeden ve küfür etmeden çabaları sonuç vermedi. Suda olduğumuz için düz kontak da yapılamıyor. Orman içinde kanalın orta yerinde kalakaldık. Ama trafik çok demiştik ya, birkaç dakika sonra arkadan gelen başka bir tekneye, koyu gri renkli suyu yüzümüze sıçratmadan ve kanal ortasında tekneyi alabora etmeden, geçmeyi başardık.
Tropik ama Bahtsız ( Tayland para birimi BHT) (yani fakir) bölgelerde bir süre daha yol aldıktan sonra meşhur “Floating Market - Yüzen Pazar” a geldik. Burada kanallarda yaşayan halkın günlük ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan bildiğimiz sebze – meyve satılan pazarın, biraz da turistik amaçlı düzenlenmiş halini görmek mümkün.
Satıcıların kimisi kano benzeri dar, tek kürekli, ince uzun tekneleri ile kanallardan gelip, kıyıya borda edip mallarını satıyor. Kimi ise kıyıda açtıkları tezgahlardan kanalda teknesi ile alışverişe gelmiş müşterilerine mal satıyorlar. Çok sulu bir ortamda pazar böyle oluyor. Pazarda en çok gözümüze çarpan şey, meyvelerin çokluğu ve çeşitliliği oldu. Alışık olduğumuz portakal veya elma armut burada yok ama Rambutan , Mangustin, Pomelo, Parmak Muz, Mango, Sarı karpuz, Papaya Lici , Pepino, Jack Fruit ve adını öğrenemediğimiz şeyler var.
Yerel rehberimiz tarafından meyvelerin kraliçesi diye tanımlanan Rambutan patlıcan renkli, elma şeklinde bir meyve. Patlıcan renkli oldukça etli kabuğunu açınca içinden sarımsak başına benzer bir beyaz kısım çıkıyor. Kabuk yenmiyor ama bu sarımsak şekilli nesne çok lezzetli. Mangusteen ise kirpi gibi uzun dikenleri olan çilek benzeri bir meyve. Pomelo ise meyvelerin kralı imiş buralarda. Kavun büyüklüğünde sarı armut şeklinde bir narenciye çeşidi pomelo. Honey Pomelo diye satılıyor ve ballı greyfurt tadında. Harika bir tadı var.
O gri su üzerindeki teknelerde getirilip satılan bu meyveleri yedik ve ister inanın ister inanmayın kimseye bir şey olduğunu henüz duymadım.!
Pazarda her şey satılıyor. Teknesi ile kestiği domuzu pazara satmaya getiren bayan kasap ile, tuttuğu balıkları, ayıkladığı midye ve salyangozları satmaya çalışan teyzeleri izliyoruz. Ayakkabıdan şapkaya her türlü giysi var burada.Tabi envai çeşit hediyelik turistik nesne .Çok canlı otantik bir yer. Öğlen vakti geçer geçmez Pazar kapanırken rehberin verdiği saatte otobüste olmak lazım.
İlk durak Tayland’ın en tanınmış ürünlerinden bir olduğu iddia edilen Ruby (Yakut) işleyip satan kuyumcu oluyor. Kuyum işi beni ilgilendirmediği için dükkanı sadece ihtiyaç gidermek için kullanıyoruz.
Kuyumcunun yanında ise ağaç oymacılığı yapan bir atölye var. Gül ağacından oymalar kakmalar, tik ağacından yekpare mobilyalar falan yapıyorlar. Meraklısına ve bahtı ( BHT) çok olana uygun mallar bunlar.
Bangkok’a geri dönülüyor, ve River City adlı alışveriş merkezinin önündeki rıhtımdan günün ikinci kanal gezisini, ama bu sefer şehir içinde, yapmak üzere motora biniyoruz. Otobüs koltukları gibi 40-50 konforlu koltuğu olan bir tekne. Daha güven verici . Çünkü bu sefer 6 silindirli koca bir Ford dizel tepeden inme motorlu.!!!
Önce Bangkok un ortasından geçen Çaya Praya -Krallar Nehri- üzerinde dolaşıyoruz. Halkın belediye otobüslerinden daha da ucuz geldiği için şehir içinde ulaşımda tercih ettiği dolmuş tekneleri arasından geze geze yol alıyoruz. Tayland deniz Kuvvetleri binasının önüne gelindiğinde ise nehirden kanallara giriyoruz. Nehirdeyken kenarda görülen yüksek ve modern binalar bitiyor, başka bir görüntü sahne alıyor. Yine sabahki gibi kazıklar ve tahtalar üzerine kurulmuş çoğu bahtsız ve BHT siz insanların yaşadıkları, salaş meskenler. Sağınız solunuz böyle evlerle dolu. Her birinde hayat her şeye rağmen devam ediyor.
Akşam kocası gelmeden yemeğini hazırlayan kadınlar, eve gelecek aile fertlerine yiyecek bir balık tutmak üzere oltasını atmış adamlar, köpekleriyle oynayan çocuklar görerek devam ediyoruz gri, ama pis kokmayan, sulu kanallarda. Sefalet, rezalet, tapınak, pislik, okul,zenginlik. hayvanat, tabiat, yeşillik, renkli çiçekler, ve insanlar, hepsi burada . Neredeyse her köşe başında bir tapınak var bu memlekette. Tapınakların çatıları oyma ve kakmalarla bezenmiş. Hepsi göz kamaştırıcı renklerle boyanmış , göz karıştırıcı giriftlikte.
Yaklaşık 45 dakikalık bir kanal yolculuğundan sonra güzel bir tapınağın karşı kıyısına yanaşıyoruz.
Yine mi tapınak dolaşacağız derken anlıyoruz ki, durduğumuz kıyıda yılan çiftliği varmış. Rehberimiz çok methetti ama bana göre ilkel bir şekilde düzenlenmiş, Çingene usulü, hayvanın ısırılarak yakalandığı, tehlikeli bir kobra show izliyoruz. Pitonun patlamış bir balon geçirilen ağzındaki dişleri resimliyoruz. Minik ve bakımsız bir hayvanat bahçesinde Avustralyalı devekuşu Emu ile tanışıyoruz.
Geldiğimiz motorla bu sefer başka kanallardan geçerek dönüyoruz. Bazen kanal kıyısındaki salaş evler arasına yeni yapılmış çok lüks villalara rastlıyoruz. Yerel rehberimiz, “buradaki BHT siz insanlar günün birinde bahtları açılıp, zengin olup, BHT lendiğinde, yetiştikleri buradan ayrılmayıp buraya yeni evler yapıp oturuyorlar”diyor.
Kanalda acaba balık yaşıyor mu? sorusuna, çatıları süslü ve avlusu tütsülü bir tapınağın iskelesine yanaşarak cevap verildi hemen. Tekneden ve kıyıdan atılan ekmek parçalarına üşüşen her bir 1 kilo kadar gelen yüzlerce kedi balığı ortaya çıkıverdi. Tapınağın önünde balık tutmak yasak olduğu için balıklar burayı mesken tutmuşlar.
Bangkok belediyesi bu kanal mahallelisine yol getirememiş ama temiz su getirmiş elektrik getirmiş. Kanallar sokak lambaları gibi direklere konan lambalarla geceleri aydınlatılmış. Bangkok belediye başkanının işi valla çok zor….
Gece otelimize dönmeden şehir merkezinde kalıp AVM yi dolaşıyoruz. Otele dönüşü Hindistanda denediğimiz ama burada çok daha lüks görünen tuk tukla yapalım dedik ama bize takılan iki hanımı ikna edemediğimiz ve onları yalnız bırakamadığımız için taksi ile yaptık.
Tayland da benzin oldukça ucuz, litresi yaklaşık 1 lira. Yazılarını okuyup anlamak kolay değil. 34 harfli bir alfabe kullanıyorlar. Rehberimiz kullanılan alfabenin Kamer dilinin gelişmiş bir formu olduğunu söylüyor.
Gün uzun oldu yine. Ve sabah yine erkenden hareket.
İstikamet Pattaya.
|
No comments:
Post a Comment