Wednesday, April 9, 2014

ETİYOPYA



Etiyopya Anıları


Geçmiş yıllarda yaptığımız uçuşlarla THY’den kazandığımız millerin 2013 yıl sonuna kadar kullanılmaması halinde yanacağı haberini alınca bugüne kadar gitmediğimiz bir yere gidelim istedik.

İlk aklımıza gelen Maldivler idi. THY ile yaptığımız istişarede birikmiş mil puanımızın buraya yetmeyeceği ortaya çıktı. Alternatif olarak Addis Ababa ismi önerildi. THY’de de uygun gidiş geliş tarihlerinde müsait mil kontenjanı koltuk bulununca bizim program kesinleşiverdi. Addis Ababa ismini ilk kez Ankara Kolejine başladığımız 1960’lı yıllarda öğrenmiştim. Okulumuzun yakınındaki Savarona pastanesinin en gözde pastasının adı Addis Ababa idi. Dondurmalı, çikolatalı piramit şeklinde dilimlenen bir pasta idi. Kısıtlı harçlıklarımızdan biriktirdiklerimizle almaya çalışırdık. Nasıl olsa (vergiler hariç) birikmiş mil puanları ile alındığı için ve “ nasıl olsa bedava bal her zaman sirkeden tatlıdır” mantığı ile tatlı bir pasta diye bildiğimiz Addis Ababa’ya gitmeye karar veriverdik.





İstanbul dan 4 saat 40 dakikalık bir uçuşla Addis Ababa’ya sabaha karşı vardık. Yaklaşık 2 saatlik bir pasaporttan geçme ve para bozdurma için bekleme sonrası henüz güneş doğmadan çıktığımız bina dışında hava acayip soğuk. Isı 5 derece. İstanbul da bıraktığımız (üstelik Şubat ayında), 18 -20 derecelik bir iklimin Ekvatora çok yakın (9 derece Kuzey enleminde yer alan) burada, bu kadar soğuk olmasını hiç beklemiyordum. Sonradan anladık ki burada rakım 2500 metre. Meğer Addis Ababa ve Etiyopya Afrika’nın damı diye anılırmış. O nedenle burada ısı yılın tümünde geceleri çok düşük, gündüzleri ise en az 18, en çok 23 derece olurmuş. Yani nerdeyse iklim değişikliği olmayan bir yer. Gece ve gündüz yılın her döneminde eşit uzunluktaymış. Halk arasında, ısı değişmemesine rağmen en çok yağmur yağan Haziran- Eylül ayları kış mevsimi diye anılıyormuş.

2005 yılında açılan Bole Hava limanı halk arasında kısaca Addis diye anılan şehre çok yakın. Neredeyse içinde sayılır. Havalimanının sınırını belirleyen çitten sonra şehir başlıyor. İnternetten bulup rezervasyon yaptırdığımız otelimizde çok yakında imiş. Hava karanlık olmasa neredeyse yürüme mesafesinde sayılabilir.


Biz World Traveler’den edindiğimiz bilgilere dayanarak pazarlık edip taksi ile gittik. Taksiciler 350 Bırr. istediler. 250 ye anlaşıp, 5 dakikalık mesafede ki otelimize gittik. Birkaç gün sonra öğrendik ki havalimanından şehre giden dolmuşlar aynı mesafe için sadece 1.5 Bırr alıyorlar. Hemen hatırlatayım. Etiyopya da para birimi Bırr. 1 USD yaklaşık 19 Bırr. TL ye çevirirsek 1Bırr 11 kuruş. Yani 20 kuruşluk yere 15 USD ödemişiz. Napalım öğreneceğiz diyip, turistliğe başlıyoruz.


ZAMAN AYARI;

Her uçuşta olduğu gibi, inerken pilotumuz yerel saatin TSAdan 1 saat ilerde (GMT+3) olduğunu belirtti ve saatlerimizi bir saat ileri aldık. Ama burada zaman ayarı için bu yetmiyor. Sadece saatinizi ayarlamanız değil TAKVİM inizi ayarlamanız gerekiyor.

Burada zaman 7 Gün ,7 Ay , 8 Yıl geriden geliyor. Kafa karıştırıcı.


Açıklayalım. Burada bizim kullandığımız Gregoryen Takvimi yerine Jülyen Takvimi uygulanıyor. Benim öğrenebildiğim kadarı ile Dünyada sadece burada kullanılmaya devam ediliyormuş. Gerekçe olarak da geleneklere bağlı kalmak gösteriliyor.Jülyen takvimine göre her yıl 13 ay . Evet 13 ay. Her biri 30 günlük 12 ay ve 4 senede bir 6 gün çeken, normalde 5 günlük 1 ay.


Yılbaşılar, bizim 11 Eylül'ümüze tekabül eden 1 Meskeren.


Daha kolay anlaşılsın diye bizim takvimimize göre şöyle özetleyelim.


1. ay Eylül = Meskerem


2. ay. Ekim = Tikem


3. ay. Kasım = Hidar


4. ay. Aralık = Tahihasi


5. ay. Ocak = Tırsi


6. ay. Şubat = Ykatiti


7. ay. Mart = Mesabit


8. ay. Nisan = Miyaziya


9. ay. Mayıs = Girbot


10. ay Haziran= Sene


11. Temmuz = Hamie


12. Ağustos = Nekase


13. ve 5 günlük Pegame. ( Çok kısa olduğu için Pigme den esinlenilerek isimlendirilmiş olsa gerek)


Yani bizim orada olduğumuz 22 Şubat 2014 tarihinin Etiyopya’daki Jülyen takvimine tekabül eden tarihi 15 Ykatiti 2006 oluyormuş.
Bitmedi . Kafayı karıştıracak bir başka konu da günler 24 saat değil 12 saat. Yani saat 6 da öğlen oluyor. 12 de gece yarısı. Ülkemizde bu saat uygulamasına Osmanlı döneminden sonra veda edilmiş. Ancak geleneklerine bağlı olmakla övünen Etiyopya’da sürüyor.

Biz sadece saatimiz 1 saat ileri alarak devam ettik. Çünkü dönüş için uçak biletimizin vaktini şaşırmak tehlikesi olabilirdi.

ETİYOPYA

Afrika’nın damı diye anılan bir ülke. Rakım çok yüksek. Nil nehri buralardan doğuyor. 1,12 milyon kilometrekare yüz ölçümüne sahip.


4. – 15. kuzey enlemleri arasında yer alıyor. Nüfus son tahminlere göre 91 milyon. Halkın % 60’ı Ortodoks Hıristiyan, %30 kadarı Müslüman. %10 kadar Afrika kabilelerinin inançlarını takip eden var. Genelde kadınların minyon yapılı olduğu, çok esmer tenli insanların yaşadığı bir yer burası. Eski adını biz Habeşistan diye biliyoruz. Ancak burada tarihi adı ABYİSSİNA diye biliniyor. Etiyopya “yanık tenli insanlar ülkesi” anlamına geliyormuş. Bunun doğruluğunu ilk gün havanın bulutlu olmasına inanıp, şapkasız dolaştığımız için başımızın derisi yanıp soyulunca derhal anladık.

Afrika’nın en eski devleti olarak biliniyor. Afrika da bu güne kadar sömürge olmamış, kolonileştirilmemiş tek ülke imiş. Etiyopya Birleşmiş Milletlerin kurucu üyesi. Ayrıca Afrika Birliğinin merkezi Addis Ababa. Bu nedenle dünyada New York’tan sonra en çok sayıda ülkenin diplomatik personelinin bulunduğu şehir Addis’miş.Çok sayıda yerel dilin konuşulduğu, bu ülkede resmi dil AMHERİKce. Yazı da buna paralel olarak AMHERİK alfabesi ile.

Amherik alfabesi hiçbir yazıya benzemiyor. Başka yerde kullanıldığını da tahmin etmiyorum.

Ülkenin belli bir doğal kaynağı yok. Çiçekçilik ve hayvancılık öne çıkan gelir getiren sektörler. Halk genelde fakir. Bizim orada bulunduğumuz gün yayınlanan gazetelerde Devletin dış borcunun 22 milyar doları aştığından şikâyet ediliyordu.

Sanayi yeni kuruluyor. Addis’in 15 km açığında yeni bir organize sanayi sitesi kurmuşlar. Burada 140 milyon dolar yatırım yapan 50 kadar Türk firması olduğu söylendi. Genelde tekstil ağırlıklı firmaların yanında gıda ürünleri konusunda çalışan firmalar da varmış. Eskiden deniz kıyısındaki Cibuti’ye demir yolu ile bağlı iken şimdi bu demiryolu tahrip olmuş. Yeni bir demir yolu projesi üzerinde çalışıyorlar. Yani şimdilik Etiyopya’da tren yok.


Ulusal Turizm Ofisi


Organize bir tura bağlanmadan buraya geldiğimiz için ilk işimiz Addis’i öğrenmek ve yakın çevrede ki turistik yerleri gezebilmek için buradaki olanakları araştırıp, bağlantı kurmaya çalışmak oldu. Hemen Sheraton ve Hilton gibi otellere de uğrayıp paket turlara katılmayı istedik. Buralardan Etiyopya Ulusal Turizm ofisine yönlendirildik. Bizdeki TÜRSAB gibi organize turizme hizmet için kurulmuş ofiste bize çevredeki çok ilginç yerler önerildi.


-Mesela, Etiyopya’nın kuzeyinde Addis’e yaklaşık 750 km mesafede LALİBELA bölgesi kayalara oyulmuş kiliseleri ile Ortodoks dünyasının Kudüs ü diye biliniyor.

-Mesela,TV’lerdeki belgesellerde gördüğümüz, dudaklarına kül tablası büyüklüğünde objeler yerleştiren kadınları ile meşhur yerli kabilelerin yaşadığı köylerin bulunduğu 250 km mesafede OMO vadisi ve Harari bölgesi. Buralar çok rağbet gören yerler.

- Blue Falls diye bilinen bölge Nil nehrinin başlangıcını oluşturan şelaleleri ile bilinen bir bölge.

Ancak bunların hiçbirine gitmeyi göze alamadık. Görüştüğümüz Ulusal Turizm Ofisi yetkilileri hemen bizim için bir tur ayarlayabileceklerini söylediler. Önerdikleri şey ertesi günü bizi otelimizden alacak ve hedeflenen yerleri gezdirecek olan şoförlü taksiler. Biz 750 km gibi uzak yerler için uçak, yakın yerler için otobüs veya en azından minibüs gibi araçlar beklerken Mercedes marka taksilerle gidileceğini duyunca resmen tırstık. Üstelik hanımla ben .İki kişi ve Afrikada !!! Yemedi valla. Buradan çıkarılacak kesin bir sonuç var. Etiyopya ya organize tur ile gelmek lazım.

Addis

Çevrede gezisi ayarlayamayınca Addis’i gezmek için tam 4 günümüz oldu. Her gün bir yere gideriz dedik. Addis 4.5 milyon nüfuslu kocaman bir Elazığ veya Malatya ya benzetilecek bir şehir. Geniş bulvarlar açılmış. Yenileri yapılıyor. Şehrin ortasından geçen İstanbul Mecidiyeköydeki E5 yolu gibi, köprüler üstünden geçecek yol inşaatı trafiği berbat ediyor. Her yer şantiye . Yolu Çin liler yapıyormuş. Krediyi kendileri getirdikleri için ihaleyi de Çin firmalarına vermek zorunlu olmuş. Çinliler de burada zaten ucuz olan yerli işçilere ilaveten kendi ülkelerinden mahkumları getirip boğaz tokluğuna çalıştırıyorlarmış. Böylece inşaat maliyetleri minimum olmuş deniyor.

Özellikle ana ticaret merkezleri ve ana yollar şantiye olduğu için çok dikkat etmek gerekiyor. Her yerde çalışmalar yoldan geçen araçlar ve yayalar arasında devam ediyor. Hiçbir tedbir ve uyarı yok. Olsa ne olur. Çok nadir bulunan ikaz tabelaları AMHERİK ce yazılı. Ve anlamak mümkün değil. Amherik ce yazılmasaydı Çince yazılı olurdu ve onu da okumak mümkün olmazdı zaten.!!

Addis de her köşe başında mavi taksiler var. 1980 öncesi modellerde ya LADA lar yada TOYOTA lar onları imal eden mühendisleri ve işçileri gururlandırırcasına her tarafı paslı ve dökülüyor olmalarına rağmen hala çalışıyorlar, halka hizmet veriyorlar. Taksilerde taksimetre falan yok. Öyle şeyleri bilmiyorlar. Taksiye binmeden önce gideceğiniz yeri söyleyip fiyatında pazarlık edeceksiniz. Bir kere fiyatta anlaştıysanız yeter. Dolandırma veya para üstünü vermeme gibi numara yok burada. Ayrıca sarı renkli taksiler de var ama onlar daha pahalı imiş. Pazarlık sırasında şoförler, benzin fiyatları 20 Bırr/TL oldu diye yakınıyorlar.


Taksilere gücü yetmeyen fakir halkın kullandığı alternatif araç, dolmuş. Mavi veya beyaz renkli yine eski her tarafı dökülen Toyota minibüslerin binlercesi hizmete devam ediyor. Fiyatlar acayip ucuz.

Şehirde en yakın yer 1.5 en uzak yer 5 Bırr. Yani taksinin 100 Bırr istediği yere 1.5 Bırr a gitmek mümkün. Dolmuşlarda yarı beline kadar camdan dışarı sarkan muavin gittikleri hattı bağırarak yolcu topluyor. Paraları tahsil ediyor. İnmek istediğiniz yerde sizi indiriyor.

Yeter ki siz gideceğiniz yeri doğru söyleyin. Örneğin, biz bindiğimiz dolmuşa Taksim meydanından büyük merkez olan Meskele Square diyeceğimiz yerde Meksele dediğimiz için, bizi Meksika meydanına getiriverdiler. Addis de çoğu Çin malı belediye otobüsleri de var. Ancak biz denemedik. Metro gibi şeyler şimdilik hayalde bile yok.

Addis de yabancıların dikkatini çeken bir diğer şey sokakların isimlerinin olmaması. Ana caddelerin isimleri var ama onlarında tabelaları yok. Son zamanlarda sokaklara da isim vermeye başlamışlar !!!. Bu yüzden turistler için küçük şehir haritaları ve krokilerin bastırılması sokak isimleri olmadığı için pek işe yaramıyor. Hoş olsa da Amherik ce bilmeyenin hiç işine yaramaz.

Ulusal Müze

Addis de her turistin gittiği bir yer olan ulusal müzede sergilenen en meşhur obje LUCY . Lucy 3.8 milyon yıl önce bu bölgede yaşamış ilk insanların anası olan hatun kişinin adı. Lucy nin Addis yakınlarında bulunan kalıntıları basit bir camekanın içinde sergileniyor.

Ayrıca, yine Etiyopya’nın doğu bölgesinde yapılan kazılarda çok sayıda bulunan, Lucy den çok daha önce yaşamış olduğu bilinen, evrim teorisine göre iki ayağı üzerinde yürümeyi başarmış insanoğlunun en ilkel temsilcilerinin de kalıntıları burada sergileniyor. Bunlar batı ülkelerinde olsa yanlarına yaklaşmak için nerdeyse Schengen vizesi istenirdi.

Müzede ayrıca Etiyopya halkının etnografik özelliklerini anlatan objeler de var.

Ortodoks Patrikhanesi

Ulusal Müzenin karşısında Afrika daki en büyük Ortodoks patrikhanesi var. Patrikhane ve kilise kapalı olduğu için gezemedik, ama dikkatimizi başka bir şey çekti. Patrikhaneyi gezmek üzere bahçeye girildiğinde Patriğin resmi ve altında dua yazan kocaman bir reklam panosu karşılıyor gelenleri. Dua nın meali şöyle.

“Tanrım, gençlere akıl, yaşlılara rahat bir hayat, yeni doğan bebeklere aileleri yanında evlerinde geçirecekleri bir ömür ver. Amin”.

Bu duada aslında Etiyopya daki yürek sızlatan, güncel bir konuya değiniliyor. Sis nedeni ile uçağımız İstanbul’dan geç kalkınca, ister istemez yanındakilerle sohbete başlıyor insan. Yunanlı olduğunu, Atina dan geldiğini söyleyen kelli felli bir zatla Türkçe yaptığımız sohbette Addis Ababa ya bebek evlat edinmeye gittiklerini öğrendim. Dünyayı araştırmışlar. Önceleri Vietnam ve Filipinler gibi ülkelerden rahat evlat edinilirken çıkarılan yasalarla bu ülkelerden evlat edinmenin zorlaştığını öğrenmişler. Bu nedenle kolayca evlat edinmek üzere Etiyopya ya geliyorlarmış. Yanlarında getirdikleri bir çocuk doktoru ile Addis den çocuk seçip alacaklarmış. Patriğin duasına biz de amin dedik.


Haile Selasiye

Etiyopya’nın tarihine bakıldığında Etiyopya devletinin 19. yüz yıl sonlarında Kral Menelik tarafından kurulduğu yazıyor. Addis’de Menelik in anıtı ve sarayının kalıntıları bulunuyor. Ancak Modern Etiyopya yı kuran ve onu Afrika birliğinin merkezi yapan kişi İmparator Haile Selasiye imiş.

Haile Selasiye 1928 yılında ölen abisinin yerine törenlerle tahta geçip Etiyopya Kralı olmuş. 1930 da ise daha büyük kutlamalarla Etiyopya’nın İmparatoru unvanını vermişler kendisine. 1960 lı yıllarda Türkiye’ye geldiğinde Aslanların Aslanı Kralların İmparatoru Habeşistan Devlet Başkanı diye karşılandığını hatırlıyorum.

Denenler doğru imiş. İmparator Haile Selasiye devrinin çok ötesinde düşünen ve hareket eden bir devlet adamı olarak tanınıyor. Birleşmiş Milletlerin kurucu ortakları arasında yer almış. Afrika Birliğini kurup merkezini Addis’e getirtmiş. Dünya telekomünikasyon birliğinin kurucusu olmuş. Ülkesinde ilk üniversiteyi kurmuş. 1928 den 1974 e kadar tahtta kalmış biri. Kendisinin anıtını dikmek için ülke çapında toplanan paraları anıt yerine Addis Ababa üniversitesine harcatmış, ayrıca kendi oturduğu Sarayı da tüm bahçesi ve müştemilatıyla üniversiteye hibe eden biri olarak tanınıp çok seviliyor. 1974 de ülkede yaşanan kuraklık sonucu çıkan kıtlık ve toplumsal sıkıntılarda komünist askerler tarafından devrilmiş.

Haile Selasiye nin Sarayı şimdi Addis Ababa üniversitesinin rektörlük binası olarak kullanılıyor. Sarayın alt bölümlerinde çok büyük bir kütüphane öğrencileri ağırlıyor. Üst katlar ise Müze olarak kullanılıyor. İmparatora Aslanların aslanı unvanını veren, eliyle besleyip büyüttüğü rivayet edilen aslanın mumyası ziyaretçileri kapıda karşılıyor. Kralın ve kraliçenin ayrı yatak odaları aynen korunmuş. Sarayın oldukça mütevazi dekorlu diğer salonları Etiyopya tarihini anlatan Etnografya müzesi gibi kullanılıyor. Sarayın üst katındaki balo salonu ise resim müzesi olarak ziyaretçileri bekliyor.

Addis Üniversitesi.

Etiyopya’daki 18 üniversitenin en büyüğü olan ve Haile Selasiye tarafından kurulan üniversitenin bahçesi, Etiyopya standartlarına göre oldukça bakımlı ve temiz bir park gibi. Bahçede kızlı erkekli gençler, başörtülüsü ve göbeği açık kıyafetli olanları bir arada , rahatça dolaşıyorlar. Parka giriş çıkış serbest ama her yerde kullanıldığına şahit olduğumuz KHAT ( çiğnemelik yeşil tütün yaprağı) kullanmak yasak. (Cut diye de bilinen uyuşturucu etkisi olan, yeşil etli yaprakları olan bir ot.)

Parkın en kıdemli müdavimi ise galiba bir kaplumbağa. Galapagos adalarında yaşayanlardan bir numara küçük, çapı 60 cmden büyük kabuğu ile bahçede salına salına dolaşıp gerçek bir TOSBAĞAGEN olarak yollara çıkıyor.

Üniversiteye devletin seçtiği öğrenciler gidebiliyor. 8 yıllık ilk öğretim şart. Üstüne 2 yıllık orta öğretim ve ayrıca üniversiteye gitmek isteyenlere 2 yıllık hazırlık eğitimi veriliyor. Derslerinde başarılı olanlar bizdeki ÖSYM benzeri bir kurum (National Education Assessment and Examination Agency ) tarafından seçilenler üniversiteye gönderiliyormuş. Okullarda Amherik ve Latin alfabeleri ile eğitim yapılıyor. Yabancı dil eğitimi verildiğini bilmiyorum ancak şehirde dolaşırken hemen herkesle İngilizce anlaşmakta zorluk çekmedik.


Kızıl Terör Müzesi.

Etiyopya’nın yakın tarihini, şehrin Taksim meydanı gibi şehir içi ulaşım merkezi olan Meskele meydanının köşesinde, Bole yolunun başındaki, modern bir mimarisi olan Red Teror Muzeum da öğrendik.

1928 de Kral, 1930 da İmparator olan Haile Selasiye 1974 yılına kadar 46 sene başta kalmış. 1974 yılında yaşanan kuraklık ve onun sonucu ortaya çıkan kıtlık ülkeyi perişan etmiş. Bu sırada ordunun içindeki komünist subaylar imparatoru devirip başa geçmişler.

Çok kanlı, kaotik bir dönem başlamış. Öldürülen insanların kanları şişelere doldurulup mitinglerde konuşan yöneticiler tarafından halkın gözü önünde tehdit amaçlı olarak meydanlara dökülmüş. 2 milyondan fazla kişi katledilmiş.

Sovyetler Birliğinden askeri araçlar getirilip halkın üzerine sürülmüş. 1991 yılına kadar süren bu sefalet dönemine karşı halk hareketinin başladığı ilk gün, komünist yönetim, Zimbabve kralının korumasına sığınmak üzere ülkeden kaçmış. O kadar yıl geçmiş olmasına rağmen, Etiyopya da “ 2 milyon kişinin katilleri hala serbestçe yaşamaya devam ediyorlar” denilerek lanetle anılıyorlar. 1991 sonrasında şu anda devam eden demokratik rejim kurulmuş. 5 yılda bir yapılan seçimlerle çalışan bir parlamento var. Özellikle son hükümetler kalkınmaya öncelik veriyorlarmış.

1974-1991 arasında halkın yaşadığı acıları gösteren belgeler, kan şişeleri, resimler , işkence aletleri ve katledilen insanların kemikleri gibi insanın içini burkan objelerin bulunduğu bu Kızıl Terör müzesi, 1974 olaylarında 4 oğlu birden aynı gece öldürülen bir kadın tarafından yaptırılmış. Kapısındaki tabelada kadının şu sözleri yer alıyor.

“Sanki aynı günde doğmuşlar gibi, aynı gecede 4 oğlumu da katlettiler.”

Merkato

Turistlere mutlaka görülmesi tavsiye edilen yerlerin başında Merkato denilen bir ticaret mahallesi var. Turistik kılavuzlarda Dünyanın en büyük açık hava pazarı olduğu söyleniyor. Otelimizin önünden dolmuşa binip Merkato ya gittik. Ankara’daki Siteler bölgesi gibi çok büyük bir alan.

Çevre köylerden mal almaya veya satmaya köylüleri getiren Nuh devrinden kalma otobüsler sağa sola park etmişler. Yanlarına belediye otobüsleri, minibüsler, kamyonlar yanaşmışlar. Acayip kalabalık. Her şey satılıyor. Her şey hareket ediyor. İnsanlar, araçlar, otobüsler, kamyonlar, yük taşıyan eşekler, her şey hareketli. Bir şeyler indiriliyor. Kaldırılıyor. Götürülüyor. Bunların arasında inşaatlar devam ediyor. Burası ticaretin merkezi imiş.

En kalabalık dükkanlar, Khat satılan çiğnemelik uyuşturucu özellikli ot satan dükkanlar. Khat, taze kalmasını sağlamak üzere sanki bir buket gibi şekillendirilmiş yeşil muz yaprakları arasına konarak satılıyor. Bunun toptancısı da Merkato da olunca, önü ana baba günü tanımına çok uyuyor. Baharat satıcıları, hediyelik eşya satıcıları, çiçekçiler, tekstilciler, zuhuratçılar ayrı pasajlara yerleşmişler sanki.

Bunların arasında banka şubeleri de yer alıyor.

Özellikle fakir köylüler patates soğan gibi ürünlerini sokak ortasına serdikleri pis örtüler üzerinde satmaya çalışıyorlar. Pislik kol geziyor. Buralardan gıda maddesi almak akla ziyan bir durum. Çok kişiye sormamıza rağmen meyve satılan pazarı bulamadık.

Merkato hakkındaki düşüncem Kusursuz Kaos !. Meyve pazarını görmek amacıyla Merkato ya Pazar günü de gittik.Pazar olduğu için çok tenhaydı. Ancak pislik aynen duruyordu.

Cuma Namazı

Merkato kaosundan kaçarken Addis’in en büyük ve en eski cami olan Anvar Mosque karşımıza çıkıyor. Günlerden Cuma olduğu için önü çok kalabalık. Bizdekinden farklı olarak kadınların Cuma namazına gösterdikleri talep ilgimizi çekiyor. Hanımlar caminin başka bir kapısından içeri giriyorlar. Hemen hepsi bayramlıklarını giyip, süslenip cumaya gelmişler. Cami avlusundan içeri girdikten sonra, önce avlu çevresindeki küçük odalarda bulunan hocalarını ziyaret edip, daha sonra namaz kılmaya camiye gidiyorlar. Erkeklerin bu avluya girmeleri yasak. Pantolonlu hanımları da başları örtülü olmasına rağmen içeri almıyorlar.

Anvar camiinden şehre doğru yürümeye devam ediyoruz. Yakınlarda şehrin ikinci büyük camii olan Nur cami var. Önünde oldukça geniş çift yönlü trafiğe açık bir cadde bulunuyor. Yol kenarında insanların birer litrelik şişe suları ile abdest aldıklarını gördük. Ezan başladığında ise insanlar oldukları yerde yola bir gazete kağıdı serip üzerinde Cuma namazı kılmaya başlayınca şaşırdık. Çünkü namaz kılanların önünden arkasından araçlar geçmeye devam ediyordu.


Hayat devam. Namaz devam. Ticaret devam.


Lostra

Addis de hem varlıklının, hem fukaranın en çok ilgi duyduğu şey galiba lostra, yani ayakkabı boyatma. Buradaki kültürün bir öğesi olsa gerek. Hemen her köşe başında, insanın poposunu koyup oturabileceği her yerde, ellerine iki küçük su dolu plastik kap alan gençler oturup ayakkabı boyatacak kişileri bekliyorlar. Gelenlerin ayakkabılarını birkaç Bırr karşılığında, silip temizleyip boyuyorlar. Ayakkabı temizlemek deyince aklınıza fırçalamak, cilalamak gelmesin. Hele ayakkabı deyince sadece kösele ayakkabı gelmesin. Her türlü ayakkabı, hatta bildiğiniz bezden spor ayakkabıları da temizlenip boyanıyor. Bağcıkları sökülüp plastik kaplardaki sabunlu su ile yıkanıp takılıyor. Tabii, ancak 2 litre su alan kaplarındaki suyun bir bütün gün yettirildiği bir temizlik ne kadar temiz ve pak olur siz düşünün. Yine de en çok katma değer yaratan iş lostra dedirtiyor.

Günlük Yaşam

Trafik kurallarına uymaya gayret ediyorlar. Hele ülkemizde hiç bilinmeyen kırmızı ışıklı kavşaklarda, kavşakta kalmamaya özen gösteriyorlar. Yani sıkışık trafikte kırmızı ışık yanana kadar kavşağı geçemeyecekse yeşil yanıyor olsa da ileri gitmeyip yolun açılmasını bekliyor.

Tüm alışverişlerde fiş almaya – vermeye azami gayret sarf ediyorlar.

Her dükkanın duvarında devletin bastırdığı afişlerde “Fiş vermiyorlarsa, para vermeyin” yazıyor. (Bir markette bir kutu kola dahi alırken elektrikler kesildi. Kasa çalışmadığı için çekmeceden makbuz çıkarıp malın fiyatını ve %15 tutarındaki KDV sini ayrı yazıp fişini vermelerini çok takdir ettim.)

Etiyopya da herkeste cep telefonu var ama fast food yok. Öyle hamburgerci, dönerci, kebapçı, pideci gibi dükkanlar yok. Yeni yapılan modern mimarili binalarda açılan bizim eski usul pasaj benzeri AVM lerde dahi (food court) yiyecek bölgesi yok. Sadece birkaçında içecek yanında patates kızartması veren Kafeler var. Bunun temel nedeni önce yetersiz kazanç, sonra gelenek diye düşünüyorum.

AVM lerin hemen hepsinde bir koridorun köşesine yerleşmiş geleneksel kahve içme yeri var. Etiyopyanın en meşhur ürünü olan kahve, küçük bir mangal üstünde, geleneksel kıyafet giymiş bir hatun tarafından küçük cezvelerle, bizim usulümüze benzer bir şekilde pişirilip, ortadaki sininin etrafında dizili alçak taburelere oturan müşterilere sunuluyor. Kahve ile birlikte mutlaka patlamış mısır da sunularak Abyissina kahvesi ritueli tamamlanıyor.

Geleneklere bağlılık düğün dernek işlerinde de devam ediyor. Evlenen hali vakti yerinde Hıristiyanlar, gelin ve damadın bindiği üstü açık limuzinleri takip eden, aynı renk giyinmiş nedimeleri ve sağdıçları taşıyan mercedeslerin oluşturduğu konvoylarla, önce şehirde dolaşıyorlar. Sonrada kilisede ve büyük otellerde nikah merasimine ve yemeğe gidiyorlar.

Müslümanlar da yine kendi çaplarına göre düğün dernek tutuyorlar. Merkato yakınlarında yol üstüne kurulmuş çadırdan salonlarda kıyılan nikahlara rastladık. Gelin - damat ve yanlarında şahitleri, sahnede oturmuş imamın sorularına cevap veriyorlar. Erkek misafirler ön tarafta, süslenip gelmiş hatunlar ise arka tarafta oturarak nikahı izliyorlar. Çadırın kapısının önünde ise kazanlarla misafirlere dağıtılacak yemekler pişirilip servis ediliyor.

Hediyelik eşya satışına yeni başlamışlar anlaşılan. Turistik hediyelik eşya çeşidi çok az. Genelde Churchill caddesi civarında yer alan hediyelik eşya satan dükkanların bir kaçı hariç hepsi gecekondu kalitesinde. Yollar da kaldırım olmadığı içinde buralara girip çıkmak ayrı bir zorluk oluşturuyor. Hediyelik eşya satılan caddenin üst tarafında ise daha önce hiçbir Hıristiyan ülkede görmediğim dükkanlarda cicili bicili, renkli desenli örtülere sarılmış tabutlar vitrinlerde müşterinin tercihine sunuluyor. Ölüler müşteri olamayacağına göre cenazesi olanlar, ölülerine verdikleri değere ve kendi maddi güçlerine göre bu tabutları, sanki hediye gibi satın alıyorlar anlaşılan. Hırıstiyan geleneklerine göre cenazeler tabutları ile gömülüyorlarmış. Fakir ülkede pahalı bir gelenek!.

Bitirirken

Etiyopya da kredi kartı otellerde rahatlıkla kullanılırken birkaç büyük dükkan dışında piyasada geçmiyor. Büyük marketler ise sadece Visa yı kabul ediyorlar. Telefon hatları çalışırsa işleminiz gerçekleşebiliyor. Ancak akşam 19 a kadar açık bankalarda rahatlıkla ve komisyonsuz para değişimi yapılabiliyor.

Devlet daireleri ve askeri bölgelerde eğer duvarın önündeki kaldırıma bir ip çekilmişse oralarda dolaşmak yasak demek. Tabi resim çekmek de yasak. Aslında insanların resimlerinin çekilmelerine yeni alıştığını söylemek mümkün. Hanımlar genellikle izin vermiyorlar. Ruhlarının çalındığına inananların bulunduğu söyleniyor. Etiyopya Afrika’da en güvenli yerlerden biri olarak tanınıyor. Ancak her pasaja, otele, parka veya müzeye girerken “security control” yapılıyor. Üstelik detektör veya röntgen le değil, basbayağı elleyerek kontrol ediliyor insanlar.

THY, Afrika’da Ethiopian Airlines dan sonra en çok noktaya uçan şirket olmuş. İstanbul’dan Etiyopya’ya her gün uçuş var. Gerek giderken, gerek dönerken THY nin yaklaşık 200 kişilik B737/800 uçağının, %90 doluluk ile uçması ve servisin kalitesi, THY’nin Afrika pazarında iddialı bir konuma geldiğini ve Avrupalılarca takdir ve tercih edildiğini ispatlıyor.

Bilmediğimiz Etiyopya’ya yalnız başımıza gelirken burada tur ayarlayabileceğimizi düşünmüştük. Hata etmişiz. Burada organize tur olmadan gezmek çok zor. Mutlaka organize turla gelmek lazım.

Şu anda her tarafında inşaat yapılmakta olan Addis Ababa nın 15 yıl sonra çok değişeceğini ve anılarımız gibi TATLI olacağını tahmin ediyorum.
t


Sevgilerimle.https://photos.app.goo.gl/34dbbysnxFaPT6Mn8https://photos.app.goo.gl/34dbbysnxFaPT6Mn8


Kamil SANDIKCIOĞLU ,


19-25 Şubat 2014

GÜNEY AFRİKA





Fotoğraf albümü buradahttps://photos.app.goo.gl/D4177Cnju3AgfWyX9

Yıl 2007 , Aralık ayı. 2001 yılından beri programımızda olmasına ve her yıl gitmek için girişimde bulunmamıza rağmen başaramadığımız Güney Afrika için bir kere daha girişimde bulunmaya karar verdik.

2001 yılında Güney Afrika için para yatırdığımız tur iptal edilmiş ve Kuzey Afrika’ya, Fas’a gitmiştik. Bu sefer daha şanslı hissediyoruz kendimizi. Uzun yıllardır bu sektörün içinde yer alan ODTÜ mezunu bir tur operatörünün düzenlediği tur’a katılmak üzere paramızı yatırdık. Orada herhangi bir sürpriz ile karşılaşmamak için de gezide düzenlenecek her türlü ilave ücrete tabi “extra” ların da ücretini peşinen ödedik. Gezi tarihine iki gün kala şirketten telefon geldi.

Söylenen ilk şey “Tura katılan sayısı az olduğu için…….”.

Lafın bitmesini beklemeden,

“Biz bu filmi daha önceden gördük. Güney olmadı, Kuzey Afrika verelim lafını kabul etmiyoruz artık” dedik.

“Yok öyle değil. Bizim tur iptal oldu ama biz sizi başka bir şirketin Güney Afrika turuna devrettik. Üstelik o tur, bir miktar daha ucuz. Büromuza gelirseniz hem gerekli açıklamaları yaparız, hem
ücret farkını iade ederiz.” dediler.

Devredildiğimiz tur şirketinin de kurucusu da ODTÜ’ lü ve de İE . Yani iyi tanıdığımız biri. İnatla Güney Afrika’yı istediğimiz için itiraz etmedik. Gerekli bağlantıları yeni şirketle de kurarak gezi programına başladık.

Güney Afrika , Afrika kıtasının en güney ucunda yer alıyor. Yüz ölçümü 1.221.000 km kare. 47 milyon nüfusu olan ülkede % 75 zenci, %15 beyaz ve % 10 diğer( Hintli ve benzeri). Okur yazar oranı %85. Resmi dil olarak 12 dil var. İngilizce ve Afrikano en çok konuşulan dil. Fert başına düşen gelir 6000 USD . Bu gelirin %95 i beyazların, kalanı diğerlerinin elinde diye söylersek gelir dağılımındaki durumu açıklamış oluruz. Resmi para birimi ZAR. Güney Afrika Rantı.

Güney Afrika’ nın bilinen tarihi Osmanlı İmparatorluğunun tüm Akdeniz’i sınırları içine alması ile başlıyor. Avrupa ile Hindistan ve Çin arasındaki ticaretin gerçekleştirildiği İpek Yolu da Osmanlıların eline geçince Avrupalılar başka yollar aramaya başlıyorlar. 1490 lı yıllarda Vasgo De Gama Afrika’nın Güneyinden dolaşıp Hindistan’a ulaşmayı başarınca Güney Afrika’nın önemi ortaya çıkıyor. Burada 1560 dan sonra kurulan limanlarla sömürgeciliğin temelleri atılmış. Önce Hollandalılar daha sonra Fransızlar ve onları yenen İngilizler sömürgecilik ve daha gaddar olan ırkçılık politikaları ile bölgenin hakimi olmuşlar. Birinci Dünya savaşından beri çok katı bir şekilde uygulanan (apartheid) ırkçı politika, 1991 yılında 30 yıldır hapiste tutulan zenci lider NELSON MANDELA’ nın Cumhurbaşkanlığına seçilmesi ile kaldırılmış ve nüfusun % 75 ini teşkil eden Afrikalı zencilere demokratik hakları verilmiş. Halen Mandela’nın halefi olan M’Beki Cumhurbaşkanı olarak bulunuyor. Yerine de Afrika Ulusal Kominist partisi başkanı Zuma’ nın geçmesi bekleniyor

Ülkenin sömürgeciliğe davetiye çıkaran çok önemli ve kıymetli doğal kaynakları bulunuyor. Bunların başında kömür, elmas, platin, krom ,demir ve diğer madenler geliyor.

Cape Town’a Uçuyoruz

Öncelikle, nazar değmesin THY son zamanlarda çok iyi diyerek başlayalım. THY’nin İstanbul - Cape Town uçuşu gece yarısı başlıyor.

Airbus 340’ ların çalıştığı bu hatta ilk durak 11 saat sonra Johannesburg. Orada yolcu indirdikten sonra da 2 saatlik bir uçuş daha var. Son durak Cape Town. THY’nin güzel bağlantılar kurduğunu ve seferlerinde yüksek doluluk oranlarını yakaladığını kanıtlayan seferlerinden biri de galiba bu hat. 250 kişilik uçakta boş koltuk yoktu. Yolcuların çoğu da Türk değildi. Sohbet ettiğimiz İngiltere de okuyan Güney Afrikalı gençler Londra dan İstanbul bağlantılı geldiklerini, BA an ve ZAA dan çok daha elverişli imkanlar bulduklarını söyleyince bravo THY ye dedim.

Cape Town Güney Afrika Cumhuriyeti’nin resmi üç başkentinden biri. Güney Afrika yı tanımaya bu değişik ifadeyle başlıyoruz. Üçün, biri Cape Town. Biri Pretorya. Biri Johannesburg. Ülke de birliği ve dirliği sağlamak için güzel bir uygulama. Yurttaşlık bilgisi diye okuduğumuz derslerde bir ülkenin demokratik yönetimi için yasama, yürütme ve yargının ayrı olması öğretilmişti bizlere.

Güney Afrika da bunu çok belirgin bir şekilde ayırmışlar. Her bir erk için bir şehri başkent belirleyip anayasalarına yazmışlar. Yasama Başkenti Pretorya. Parlamento burada. Johannesburg yargının başkenti. Anayasa mahkemeleri gibi yüksek mahkemeler burada. Cape Town yürütmenin başkenti. Hükümet burada.

Cape Town’a iner inmez ilk şokumuzu yaşıyoruz. Birbirimize “ AMAN DİKKAT Trafik SOLDA “ diyoruz. Ancak sürücülerin yayalara, daima her şartta, öncelik verdiğini görünce korkularımız geçiyor. Alandan şehir merkezine gelinceye kadar birkaç yerde çit veya benzeri engellerle çevrili, teneke evlerden kurulu mahallerin yanından geçiyoruz. Buralar fakir zenci ailelerinin oturduğu gecekondu bölgeleri. Görünüşleri çok kötü. Teneke veya kartondan yapılmış evlere mahallenin ortasındaki bir direkten uzatılan salkım saçak kablolarla elektrik vermişler. Su nasıl getirilmiş veya var mı? bilmiyorum. Ancak görünen şey bu pejmürdelik çit ile belirlenen sınırı aşmıyor. Orada bitiyor. Modern şehir ve yaşam başlıyor.

Liman yakınındaki güzel bir otele yerleşiyoruz. 3 gece buradayız. Programımızda görülecek yerler arasında Masa dağı ilk sırada yer alıyor. Ancak yerel rehberimizin elindeki telefondan gelecek habere göre Masa dağına ne zaman çıkılacağı belirlenecekmiş. Hava bulutlu olduğu için çıkılamayacağı söyleniyor.Bu arada şehir turu yapıyoruz. Harika düzenlenmiş. Botanik bahçelerini geziyoruz. Orada yetiştirilmiş , dünya çapında ödül kazanmış ve ülkenin ATATÜRK‘ü Nelson Mandela’nın adının verildiği, altın renkli Starliçya ile tanışıyoruz. Dünyada ilk kalp nakli yapılan Grute Schuure hastanesinin önünden geçiyoruz. “ Dünyanın en tanınmış hastanesi yakınımızda, hastalanırsak korkmaya gerek yok” diyoruz

İlk durak şarap degistasyonu yapılan şaraphaneler. Yol üstünde çeşitli çiftliklerin önünde levhalar var. 10 çeşit şarap 5 ZAR yazıyor. Ne demek olduklarını bir şaraphaneye girdiğimizde anladık. Özellikle turistlere yönelik yapmışlar. Satış başlamadan önce, güzel bir bahçe içinde düzenlenmiş bir bar etrafında çiftliğin üretimi olan şaraplar tanıtılıp, sırayla 10 kadar şarap tattırılıyor. Her yeni şişe şarap açıldığında, kadehler tezgahtaki sürahideki su ile çalkalanıp yıkanıyor. Biz önce beyaz şaraptan başladık. İlk şaraplar ucuz ve o yılın mamulü taze şaraplar idi. İlk tattığımız ise belirgin bir aromalı en ucuz beyaz şarap idi. Kırmızılara geçilmeden beyaz şaraplar arasında yapılan oylamada en beğenilen şarap bu olunca barmen bizim şaraptan anlamadığımızı hemen belirlemiş oldu. Fazla şarap satamadı ama, adam başı, en fazla 20 yudum şarap için 5’er ZAR kazandı.

Limanda dolaşırken Nobel Barış Ödülü kazanan 4 Güney Afrikalının ( 1960 da Albert John Luthuli, 1984 Desmond Tutu, 1993 Frederik W. De Klerk ve Nelson Mandela ) heykelleri önünde resim çekiyoruz.

Ertesi gün de masa dağı rüzgar yüzünden uygun değil haberi üzerine Güney Afrika nın en tanınmış ürünü olan elmas işletmeciliği yapan bir şirketin dükkanına gidiyoruz. Hanımlar çok seviniyor.

Önce elmas nedir? Nasıl çıkarılır ve nasıl işlenir? Kısa bir sunumla anlatılıyor. Elmas saf karbon. Yerin dibinden çıkarılıyor sanki. Dünyanın merkezindeki ateş topundan yer yüzüne doğru uzanan volkanik bacaların bulunduğu yerlerde açılan maden kuyularından çıkarılıyormuş. Elmas madenleri 3000 metre derine kadar iniyormuş. Güney Afrika da bu volkanik bacalardan çokça var. Kimisinden altın, kiminden platin, kiminden elmas çıkarılıyor. Altın madenleri 2000, Elmas 3000,. Platin 4000 metre derinlere inen kuyulardan çıkarılıyormuş.

Hanımlar için çok önemli bir bilgi. En kaliteli elmas kaç köşeli bir kesime sahip olmalıdır?. Elmasın kalitesi yalnızca saflığı , büyüklüğü, berraklığı ile değil şekli ve kesimi ile de belirleniyormuş. En kaliteli kesim ise 58 yüzeyli olan kesimmiş. Yeni patent aldıkları bir kesim daha varmış . Bunun tam 76 yüzeyi varmış.

Penguenler

Cape Town Atlas okyanusu kıyısında en güneydeki en büyük şehir. Dünya Atlaslarının en güney ucu diye bilinen Ümit Burnuna doğru giderken doğudaki Hint Okyanusu kıyısından geçtik. Yol, ülkenin ilk koloni limanı olarak kurulan ve halen İngilizlerin Hint okyanusundaki bağlantı üssü olarak kullanılan Simon’s Town adlı limandan geçiyor. Şehir de kıyıda bir sürü tabela var. “Fishing and Whale Watching “ reklamları yapılıyor. İçimizden acaba böyle şeylere vakit ayırmak mümkün olur mu ki diye geçirdik ümitsizce.

Yer yüzünde Güney kutbunu mesken tutan penguen türlerinden en kuzeyde yaşayan kolonisi bu sahillerde bir koya yerleşmiş. Güzel bir milli park olarak korunan bu koyda penguenler arasında kumsalda dolaşıyoruz. Bol bol resim ve film çekmeye çalışırken, başımdaki şapka uçuverdi. Şapkamı yakalamak için kumların üzerinde koşmaya çalışırken ilk tümsekte ayağım takılıp yere incecik kumların üzerine kapaklandım. Yaşamın ne kadar pamuk ipliğine bağlı olduğunu o an anladım. Dünyam karardı. Kaç dakika sonra kendime geldiğimi bilmiyorum. Millet etrafıma toplanmıştı. Boynumdaki film makinesini düşerken hasar görmesin diye korumak için refleksi bir hareketle vücuduma yapıştırınca, o makine, karın boşluğuma girip nefesimi kesivermişti. Neyse ki geçerken beğendiğimiz hastaneye gitmeye gerek kalmadan toparlandım.

Sadece dağılan gözlüğümün dışında başka hasar vermeden geçiştirdiğimiz bu olaydan sonra hemen birkaç kilometre ötedeki Hint okyanusu manzaralı lokantaya geçtik. Lokantanın adı Black Marlin. Blue Marlin balıkçıların rüyalarını süsleyen yelken gibi yüzgeçleri olan bir kılıç balığı türüdür. Demek Afrika da bu BLACK oluyormuş dedik. Yemekte tabii ki balık vardı. Gayet güzel bir balık şiş yedik . Ne balığı olduğunu sorunca Black Marlin dedi şef. İnanmış gibi yaptık. Ama inanılmayacak şey hemen 100 metre ötemizde oynamaya başladı. Okyanusun yüzeyinde önce biraz kıpırtı oldu, sonra bir su fışkırdı. AAAAA!! Balina dedik. Biraz sonra bir değil iki su fışkırdığını fark ettik. Balina yavrusu ile bize kıyıya 100 metre kadar yaklaşarak şov yapıyordu. Yaklaşık iki saat önce whale watching’ i düşünürken, şimdi önümüzde idi balinalar.

Ümit Burnu. CAPE OF GOOD HOPE.

Yemekten sonra ilk hedef yaklaşık 40 km mesafedeki Ümit Burnu.


Yani Afrika’nın en güney ucu veya haritanın dibine en yakın kara parçasının ucuna gidiyoruz. Otobüsümüz deniz kenarında üzerinde Cape Of Good Hope yazan tabelanın bulunduğu yerde durdu. Acayip rüzgar esiyor. Hava soğuk değil ama rüzgar insanın içine işliyor.

Hadi dönelim bu rüzgarda durulmuyor dedik ama, yanlış demişiz. Yukarı çıkılacakmış. Arkamızdaki dağın tepesine bir dişli tren ile çıktık. Oradan da yaklaşık 100 basamak merdivenle en tepeye ulaşıldı. Buraya gemiciler için Ümit Burnunu gösteren bir fener yapmışlar. Rüzgarın burada çok daha etkili olduğunu söylemeye gerek yok. Artık resim çekmek için sabit durmakta bile zorlanıyoruz. Ancak dikkat çekici şey, burnun batı kıyısı yani Atlas okyanusu kıyısında daima rüzgar ve dalga olurken, doğu tarafında, Hint okyanusunda sular daima durgun olurmuş. O nedenle daima fırtına kadar şiddetli rüzgardan kurtulup bu burnu dönebilen gemicilere yeni iyi umutlar doğduğu için Ümit Burnu isminin verilmiş olduğu anlaşılıyor. Fenerin avlusunda işaret tabelaları var. Güney Kutbuna hala 6000 km varmış.


Masa Dağı

Cape Town da son günümüzde nihayet iyi haber geldi. Masa Dağı çıkış için uygunmuş. Masa Dağı, şehrin her noktasından görünen yaklaşık 1500 metre yüksekliğinde çok dik, kayalık bir dağ. Ancak tepesi düz olduğu için Masa dağı deniyor. Masanın üstünü milli park olarak düzenlemişler. Şehirden tepeye çıkmak için tek istasyonlu bir teleferik yapmışlar. Teleferiğin sadece biri altta biri üstte olmak üzere 2 direği var. Yaklaşık 1500 metrelik bu yüksekliğe çıkarken kabin çok dik olan kayalık yamaca çarpacakmışçasına yaklaşıp geçiyor. 50 kişilik yuvarlak kabin içindeki taban döndüğü için insanlar yukarı çıkarken şehrin her tarafını görebilme şansını buluyor. Tepede manzaradan başka önemli bir şey yokmuş.

Sun City

Cape Town dan sabah charter ile Johannesgurg’a uçuldu. Hiç oyalanmadan otobüslerle yaklaşık 100 km mesafedeki Sun City e geçildi. Sun City Güney Afrika’daki Las Vegas. Her ikisi de insanlar tarafından kumar ve eğlence merkezi olarak yapılmış ama iki temel fark var. Las Vegas ıssız bir çölde inşa edilmiş, çok büyük bir kent olmuş. Sun City tropik bir ormanda inşa edilmiş ve bir oteller sitesi olarak kalmış.

Eğlence merkezi genelde çocuklara yönelik düzenlenmiş olduğu için bize cazip gelmedi ama otelin bahçesini gezmek keyifli idi. Kumarhaneyi ziyaret edip çıktık. İlgi çekici bir şey yoktu.

Plannesberg,

Sun City’den sabah Plannesberg’e geçildi. Burası yaklaşık Sun City’e 15 km mesafede Afrika’nın doğal yaşamının korunduğu ve turistlere gösterildiği bir milli park. Ankara- Gölbaşı- Haymana- Polatlı-Kızılcahamam – Ankara arasında kalan kadar bir alanı tel örgülerle kapatmışlar. İçine Afrika da yetişen her türlü mahlukatı( “Big Five “ dahil)( Fil , Zürafa, Gergedan,Aslan, Su aygırı) koyup serbest bırakmışlar. Parkın içinde yapılan oteller, doğal yaşantılarına devam eden hayvancıklara, insanlar bir hayvanlık yapmasınlar diye, elektrikli tel ile çevrilmiş. Sadece maymunlar ve kuşlar tel örgülerin üzerinden atlayıp karşı tarafa geçebiliyorlar. Kaldığımız Bakabung Bush Lodge orman ortasında yemyeşil bir düzlüğün ortasında yer alıyor. Harika bir dinlenme yeri. Odamızda maymunlara yiyecek verilmemesini öğütleyen yazılar koymuşlar. Ama maymunlar okuma yazma bilmiyorlar. Açık cam bulduklarında odadaki meyveler yürütülüyor. Maymunların çok sevdikleri bir şeyde bahçedeki amarula ağacı ve meyvesi. Amarula meyveleri (marula diyorlar) Afrika da bir çok hayvanın ilgisini çekermiş. Erikten biraz büyük, yeşil renkli bu meyveleri yiyen fil, zürafa, gibi iri hayvanlar bile sarhoş olurlarmış. Yalnızca maymunlar olmuyormuş . Çünkü meyvenin yarısını yemeyip atıyorlarmış. Ama hangi yarısını?...Duty Free lerde en çok satılan Afrika ürünleri arasında Amarula içkisi geliyor.

Safari

Safari için akşamüstü ve sabah gün doğarken olmak üzere iki program yapıldı. Arkası tribün gibi düzenlenmiş arazi araçlarına binip hareket ediyoruz. Aracımızı kullanan beli silahlı rehberimizin kesin talimatı var. Araçtan hiçbir şekilde inilmeyecek. Bir yandan araba kullanıp bize anlatırken diğer taraftan telsizle diğer ekiplerle konuşup hangi bölgede hangi hayvanın olduğunu öğrenmeye çalışıyor. Hedef ormanlar kralını görmek.

İlk dönemeçte Antilop ve Zebra sürüleri çıkıyor karşımıza. Dişisini ve erkeğini ayırmak gibi temel bilgileri alıyoruz. Arkalarından bakıldığında sarı renkli antilopların her iki kalçasından aşağıya doğru inen siyah çizgiler ortadan inen kuyruk çizgisi ile bir araya gelince bildiğimiz bir logo oluşturuyor. Sarı üstüne siyah bir M harfi. Rehberimiz işaret ediyor.

” Bu antiloplara Afrika MacDonalds’ı denir. Her köşede rastlarsınız. Ve önüne gelen yer.”

Hava kararıncaya kadar Safari boyunca, bize bakıp, bu garip yaratıklarda bir rahat vermiyor diyerek doğal yaşamına devam eden, maymun, zebra, kudu ( bir çeşit geyik), antilop, yaban köpeği, gergedan, su aygırı, öküz başlı geyik, gibi hayvanlara rastladık. Araçtan inmeden 15 metre yakınlarına kadar yaklaştık. Ama kraldan haber yok. Sadece bir yerde yeri göğü olmasa da, insanın içini titreten kükremesini duyduk.

Akşam yemek açık büfe. Yemekte antilop yahnisi vardı. Ben çok beğendim. Yumuşacık bir et. Boş yere Afrika Mac Donalds’ı dememişler.

Sabah gün doğmadan kalkıldı. Aynı araçla hayvanlar henüz uyuklarken görmek amacıyla yola çıkıldı. Bu sefer şanslı idik . Telsizlerden aslanların bulunduğu yerlere ilişkin doğru adresler geldi. Akşam gördüklerimize ilaveten aslan familyası ile müşerref olduk.


Yetimhane


Güney Afrika’da yıllardır bildiğim safari yapılan başka bir milli park daha var. Kruger Park. Bizi neden oraya değil de Plannesberg’e getirdiniz diye sorduğumda, Kruger’in buradan daha büyük olduğunu ancak orada sıtma hastalığını önleyemedikleri için, turistlere buranın önerildiğini söylediler. Plannesberg de 2 gece geçirip Johannesburg’ a geçerken, yerel rehberimizden çekinerek bir teklif geldi. Acaba yetimhaneye uğramak istermiymişiz? Fakir zencilerin çok tatlı çikolata renkli bebelerinin çekiciliği düşünerek hadi görelim bakalım dedik.

Tel örgülerle çevrili geniş bir çiftliğin içine girildiğinde beklentilerimizde yanıldığımızı anladık. Analarının terk ettiği aslan yavruları alınıp, bu yetimhanede bakılıp, yetiştiriliyor ve daha sonra doğaya salınıveriyormuş. Aslan yavruları 3’er, 6’şar ve 9’ar aylık olmak üzere gruplara ayrılmış. Ancak belgesel filmlerde görülecek bir hayranlık ve sevgiyle, önce 3 er aylık yavrularla, daha sonrada 6 şar aylık aslancıklarla sarmaş dolaş olduk. Daha yaşlıların arasına girmedik. Daha süt içen 3 aylıkların bile dişleri insanın kemiklerini kırabilecek büyüklükte idiler. Kediyi bile kucağına almaya çekinen insanların burada aslan yavrularına sarılarak resim çektirdiklerini gördük.

Lesedi

Yol Üzerinde bir başka köye daha uğradık . Turistler için düzenlenmiş, hakiki Güney Afrika kabilelerinden biri olan LESEDİ lerin bir köy yaşantısını, imitasyon bir düzenle turizme açmışlar. Lesedi Köyü ne girerken önce, tarihlerini, savaşlarını, yaşamlarını , folklorlarını tanıtan bir program yapıyorlar, daha sonrada köyü gezdiriyorlar. Lesedi halkı ile sarmaş dolaş resimler çekiyoruz. Uğur getirmesi için, taze inek dışkısı ile evinin önünü süsleyen hanımlarla karşılaşıyoruz. Burada bize poz veren, folklor gösterisi yapan zencilerin çok yakındaki Johannesburg da oturduklarını ve her sabah buraya gelip çalıştıklarını öğreniyoruz.

Öğlen yemeği Lesedi restoranında. Açık büfede ne var. Bir sürü bildik yemek. Biri hariç. Kudu etli yahni. Derhal tadına bakıldı ve herkese tavsiye edildi. Antilop etinden biraz daha sert ama organik olduğu kesin.

Johannesburg

Öğleden sonra Johannesburg’a ulaşıyoruz. Burada yerel rehberimiz Kanada kökenli bir hanım. Bu şehirde ve Pretorya da suç oranının çok yüksek olduğunu, çarşı ve pazarda yalnız başına dolaşılmaması gerektiğini ikaz ediyor. Johannessburg yasal başkent. Zenginlik ve fakirlik kol kola, iç içe. Mandela yönetime geldikten sonra fakir halkı yaşadıkları teneke evlerden kurtarmak için çeşitli girişimler başlatmış. Fakirlere yönelik tek katlı evlerden oluşan toplu yerleşim alanları, çok sayıda köyler düzenlemişler. Halk bu nedenle Mandela ya nerdeyse tapıyor. Ama fakirliği ve gelir düzeyindeki uçurumu yenebilmek için daha çoook zamana ihtiyaçları var.

Monte Casino

Johannesburg’ daki otelimiz şahane. The Michalangelo. Bitişiğinde çok lüks bir alış veriş merkezi var. AVM nin önünde ise devasa bir Mandela heykeli. Güney Afrika’daki son gecemizi eğlenerek geçireceğiz. Yemek Tuscan Barbeque restoranındaymış. Güneş batarken restorana gitmek üzere aracımıza binip şehir merkezini geçip, üstünde Monte Casino yazan bir binanın önünde durduk. Kale kapısı gibi bir kapıdan içeri girdiğimizde yavaş yavaş bir değişiklik hissetmeye başladık. Bir kasabanın içinde dolaşmaya başladık. Önce içerdeki ışıklar fark etti. Biz girerken güneş batmış, hava kararmış idi. Ama burada gökyüzü henüz mavi. Güneş batmamış henüz. Restoranımıza giderken yolda geçtiğimiz sokaklar tam bir İtalyan köyünü andırıyor . Balkonlardan aşağı sarkıtılmış çamaşırlar, kavşaklarda duran Polizei arabaları falan..

Anladık ki burası bir kumarhane ve dekorasyonu tam bir İtalyan Toskana kasabası şeklinde yapılmış. Tavan yapay bir gökyüzü olarak düzenlenmiş, istendiği zaman sabah, istendiğinde akşam gibi ışıklandırılabiliyor. Tuscana Restoran da bu koca kasabanın içinde merkezi bir yerde. Yanındaki şehir meydanında kocaman bir kumarhane var.

Açık büfeden yemek alırken insanın kendini kontrol etmesi zor.

Hele bu kadar büyük ve inanılmaz çeşitte yiyecek arasından seçmek daha zor. Her türlü Afrika orijinli yemeği denedikten sonra sıra tatlılara gelince, nezaketen Kanadalı hanım rehberimize de sordum.

Dondurma istermi diye. Evet dedi. Bende büfeden hem kendime hem ona dondurma servisi yaptım. Kadıncağız dondurmaları görünce,

“ Your eyes are bigger than your stomach “ dedi. Bu deyimi artık unutmayacağım.

Pretorya

Pretorya Güney Afrika Parlamentosunun bulunduğu kent. Yasama başkenti. Türkiye Büyükelçiliği de burada . Johannesburg la birleşmiş gibi duruyor. Şehri gezip parlamento binasının önündeki parkta mola veriyoruz. Şehir merkezindeki Güney Afrika’nın kurucularından

Dr. Kruger’ in heykelinin önünde poz verdik. Pretorya, gelir dağılımın en bozuk olduğu yerlerden biri. Şehir çevresinde çok sayıda teneke ev mahallesi var.

Son İzlenimler


Dönüş için havaalanına giderken rehberimizin verdiği bilgileri gözden geçiriyorum.


- 2010 Dünya futbol şampiyonası, burada yapılacak. Maçların oynanacağı şehirlerde yeni statlar yapıyorlar. Tüm maçlar yapılacak bu yeni statlarda oynanacakmış.


- Trafiğin solda olduğundan anlaşıldığı gibi İngiliz egemenliği devam ediyor. Yani burası KARA İNGİLTERE .


- Türkiyenin layık gördüğü Atatürk barış ödülünü kabul etmeyen Mandela burada ülkenin Atatürk’ü olmuş.


- Dünyada ki ilk kalp nakli ameliyatı burada yapılmış olduğundan tahmin edileceği gibi tıpta çok ileri bir düzey yakalanmış olmasına rağmen AIDS e çare bulunamıyor. Resmi kayıtlara göre halkın %25 i HIV pozitif. Gayri resmi bilgiler ise bu oranın %45 in üstünde olduğu şeklinde.


- İlk seçimlerde Cumhurbaşkanı seçilmesine kesin gözü ile bakılan Afrika Ulusal Komünist Partisi başkanı Zuma’nın AIDS hakkındaki yaklaşımı ise düşündürücü. “ Ben free sex den sonra hemen yıkanıyorum.” diyormuş.


Acaba Türk milli futbol takımı Dünya kupası finallerine katılmaya hak kazanırsa Güney Afrika’ya maça gidilir mi? Ne dersiniz..?


Fotoğraf albümü burada

Sevgilerimle.


Kamil Sandıkcıoğlu, IE, 71

FAS'A BEKLERİZ....



Pantolon kalmadı, gömlek verelim.
Yıl 2001. Daha emekli olmadığım ve hatta düşünmeye başlamadığım bir zaman. 2000 yılının Ağustos ayında Petrol Ofisini  Özelleştirme İdaresi Başkanlığından  devir almışız. Gece gündüz demeden günde en az 16-20 saat, harıl harıl  yeni düzeni kurmaya ve oturtmaya çalışıyoruz. Henüz devraldığımız, sektörü ve  özellikle şirketi tanımaya gayret ettiğimiz dönemde, bir de Şirketin genel müdürlüğünü İstanbul’a taşımışız.   Ev Ankara da, iş İstanbul da.  Aralarında mekik dokuyorum.  Cuma akşamları saat 18 de  İstanbul’dan çıkıyorum. Saat 21.30 da Ankara da evde oluyorum. Tabi dönüşte Pazartesi  sabah  ezanıyla yola çıkıyorum mesaiye İstanbul da başlıyorum. Şoförüme   imreniyorum. O hafta sonu İstanbul da evinde  dinleniyor. Ben  Bolu Dağı tünelinin henüz açılmadığı dönemde Ankara İstanbul arasında, zamana karşı yarışan ralliciler gibi, 3 saat 15 dakikada  evden işe nasıl gidiliri göstermeye çalışıyorum. Bazı deneyler ve istatistikler yapıyorum bu arada. Örneğin;
-Otomobilin   yol  bilgisayarı ortalama hızı 167 km gösteriyorsa İstanbul’a varış için süre  3 saat  oluyor. (evden işe süresi)
-Ankara İstanbul otoyolunda en az fren pedalına basarak yapılan en yüksek ortalama hız 165 km. Fazlasına çıkıldığında fren sayısı daima artıyor.
- Otoyolda  trafik  işaretlerinde belirtilen hızlar %50 toleranslı,
(emniyet katsayısı %50, Yani viraja 50 km ile giriniz işareti varsa 75 km.den fazla hızla girerseniz savrulursunuz.) gibi.

Böyle bir dönemde dinlenmek için değil kafayı dinlendirmek için fırsat kolluyor insan. Sekreterim haber verdi. Kurban bayramı 7 gün  tatil  imkanı veriyormuş. Derhal Ankara yı arayıp hanımla konuşup tatil boyunca hiç kimsenin telefonla dahi ulaşamayacağı bir yer için seyahat programlamasını istedim.  Tercihan Güney Afrika  dedim. Ertesi günü  Güney  Afrika’ya uygun bir program bulduğunu ve bağlantı kurduğunu haber verdi.Başka hiçbir şey düşünmeden biz işle boğuşmaya devam ettik.Bayram tatilinin başlayacağı -1. (eksi birinci)gün, yani tatilin arifesi,   Ankara’ya döndüğümde ufak bir değişiklik olduğunu öğrendim.  Seyahat şirketi bir iki gün önce telefonla arayarak Güney Afrika turunun müşteri eksikliği nedeniyle iptal edildiğini ve bize başka bir tur teklif ettiklerini söylemiş. Tur alternatifleri arasında  vize istenmeden gidilecek neresi var?.  Kuzey Afrika var. Mısır var. Tunus var,  Fas var. Mısırı gördük. Eşim de kaderimizin  oyunu buymuş deyip  Fas turuna okey demiş.
Sonuç,  biz Güney Afrika’ya niyet edip   Kuzey Afrika’ya  Fas’a gidiyoruz yani. “Pantolon uyduramadık, gömlek verelim bari” denen reklamdaki gibi.
(Fas anılarına geçmeden önce bir küçük bilgi vermek istiyorum.
Güney Afrika programını  her sene  yapmak istedik ama,2007 ye kadar mümkün olmadı.)

FAS,    MAĞRİP Krallığı,

THY nin 2009  Mart ayın da başlayacak doğrudan Kazablanka  seferlerine kadar, İstanbul Fas bağlantıları İstanbul –Tunus arasında THY ile, Tunus Kazablanka arasında ise Royal Air Maroq ile yapılabiliyordu. Bizde aynı bağlantı ile, gece yarısında İstanbul’dan başladığımız, yaklaşık 7-8 saatlik bir yolculuktan sonra CASABLANCA 5.Muhammed Uluslararası Havaalanına indik.

Kasablanka Atlas Okyanusu kıyısında, 3.5 milyon nüfuslu bir liman   kenti. Fasın en büyük kenti. Başka bir ifadeyle ekonomik  başkenti.
Ülkenin resmi adı Mağrip Krallığı,  İngiltere benzeri bir parlamentosu ve Kralı olan bir yönetimi var.Kuzeyinde  Akdeniz,  batısında Atlas Okyanusu, güneyinde Moritanya. ve doğusunda  Cezayir ile sınırlı bir KUZEY AFRİKA ülkesi olan Fas’ın siyasi başkenti Rabat. Ülkenin 724 bin kilometre kare  yüzölçümü, toplam 33 Milyon nüfusu var. %98 i Müslüman. Arapça resmi dil. Ama çoğu insan  Berberice konuşuyor. Son yıllarda uygulanan  eğitim  programları ile çoğu Fransızca biliyor.

Tarihine kısaca bakıldığında 1912 de ülkeyi  Fransızlar işgal ediyorlar. Aynı tarihler de İspanyollarda Cebel-i Tarık dolaylarını ele geçiriyorlar. Ülke, 1956 yılında Fransızlar çekilene  kadar başa geçen veya geçirilen  Krallar tarafından Fransız hegemonyasında yönetiliyor. Fosfat üretilen. tekstil, dericilik ve mobilyacılık sektörlerinin geliştiği ülkede kişi başı gelir 1000 USD civarında imiş.

Kazablanka

Kazablanka’ya  indiğimizde yaklaşık 80 kişilik grubumuzu iki ayrı otobüse bindirdiler. 5 yıldızlı otellerde kalacaklar ile  4 yıldızlı otellerde kalacaklar diye ayırdılar grubu. Biz son dakikada katılanlar- dan olduğumuz için 4 yıldızlı grupta yer bulmuştuk. Otobüste grubumuzla tanıştık. Hayatımda hiç bu kadar  hetorejen  bir gezi grubuna rastlamamıştım. Türk seyahat şirketinin düzenlediği  turun katılımcılarının yarıya yakınının  Türkiye de  ikamet eden yabancılar  olduğunu öğrendik.   Kanadalısı, Amerikalısı, Çeki, Fransızı, genci, orta  yaşlısı,  ne istersen var. Ortak dil İngilizce. Kaderimizin oyununun devam ettiğini bir kere daha düşündük. Nerden bilebilirdik ki o grupla yaptığımız gezinin her anında kahkahanın patlayabileceğini. Bizim gruptaki neşeyi görünce diğer otobüsteki kişilerin  bize imrenip, tenzil-i yıldız isteyeceklerini kim tahmin edebilirdi ki. Tüm gezi boyunca hiç kimsenin tahmin edemeyeceği bir şekilde eğlenerek, gülerek dolaştık bu 40 benzemez  insanla.  

Uçaktan  iner inmez, vakit kaybetmeden Kazablanka’yı gezdik. AAtlas Okyanusu kıyısında, denizi doldurarak kazanılan bir alan üzerine, harika bir cami yapmışlar. Mimarı bir Fransız olan, Kral  2. HASAN için yaptırılan bu kubbesiz  caminin büyüklüğü ve süslemesi gerçekten ihtişamlı. Uzun yıllar süren ve çok para dökülen bu camiyi Faslılar ve özellikle Kazablankalılar büyük gurur ve onur duyarak anlatıyorlar. Hemen hemen  her ailenin bir ferdi cami inşaatında çalışmış. Ailelerden parasal yardımlar toplanmış. Ortaya harika bir şey çıkmış.  Çok amaçlı faaliyetlerin yapılabildiği bir kompleks şeklinde düzenlenen caminin  onlarca  sarı metal kaplama kapısı sadece namaz vakitlerinde  açıldığı için ilk gün  içeri girip bakamamıştık.
Dönüş programında içine girdik. Binanın alt katı, konferans  salonları, eğitim merkezi, ve hamam  gibi yerler içeriyor. Namaz  kılınan  büyük salona yürüyen merdivenlerle çıkılıyor. Caminin  içi de çok katlı. Onlarca yürüyen merdivenle daha yukarılara çıkılıyor. Çok  büyük ve güzel bir yapı.

Binanın iki  emsalsiz  özelliği var.
Birincisi; Tavanı. Yaklaşık 1000 ton ağırlığında olduğu söylenen altın kaplamalı gayet ince işli ve süslü  tavanının, yazın sıcak günlerinde sağa ve sola kayarak açılıp, kapanması imiş.
İkincisi;  Minare. İslam dünyasının en büyük ve en yüksek  minaresi  imiş. 

Kazablanka da şehir turunda  Kraliyet Sarayını, kapalı çarşı ve pazarlarını, şehrin önemli meydan ve heykellerini görüp öğlen yemeğini Atlas okyanusu kıyısında bir balık restoranında  alıyoruz. Okyanus manzaralı  yemeğimiz doğal olarak  balık ağırlıklı. Bu nedenle Fas’ın geleneksel lezzetinden  bilmeyerek  ilk ve son defa uzak kalmışız. Manzara  ve  restoran pek güzel.  Ama tüm gece yolda geçmiş olduğundan  öğlen  yemeği akabinde göz kapaklarını birbirinden ayrı tutmanın zorluğunu yaşıyoruz. Mart ayı olmasına rağmen  güneş  sıcacık ve karnımız tok.

Kazablankayı  herkes  Humphrey Bogart  ve İngrid Bergman ın oynadığı filimden tanıyor.  Rehberden ilk istenen şey, filmin çekildiği oteli görmek oluyor. Gece şehri dolaşmaya çıkanlar o otelin önünden geçmişler. Biz ertesi gün erkenden başlayacak Rabat – Fez programında sağlam kalmak için tedbir alıyoruz.

Ertesi sabah erkenden sahil boyunca Kuzey doğuya doğru, Rabat’a gidiyoruz. Rabat başkent. Parlamento ve Kraliyet sarayı burada. Kral 5. Muhammet’in anıtsal türbesini tavaf edip, Kral Hasan kulesini geziyoruz.  Rabat kalesinin (Casbah )    fotolarını çekiyoruz.






12. asırdan kalma bitmemiş bir camiye gidiyoruz. Dünyanın en büyük camii olarak planlanmış ancak, (bana göre çok geniş olduğundan üstünün kapatılma olanağı teknolojik olarak bulunamadığı için yarım bırakılmış) bitirilmemiş bir yapıyı gördük. Efes teki sütunlar kadar çok sayıda mermer kolonlar  bulunan koca bir alan olarak koruyorlar. 

Medina ve Tajin

Öğlen yemeğini Rabat’ın “medina” sında, otantik bir restoranda  alıyoruz. Medina şehrin tarihi alış veriş merkezlerine verilen ad. Kimi yerde bizim kapalı çarşı gibi koridorları olan, kimi yerde üstü açık devam eden, daracık ve labirent gibi sokakları tıklım tıklım insan dolu, tam bir oryantal pazar yerine Medina diyorlar. Eğer rehber olmasa, bu curcunanın içindeki restorana  insanın  tek başına bulup ulaşması pek kolay değil.  İşte burada  bir Fas lezzeti ile tanışıyoruz. Tajin,

Bildiğimiz kapaklı güveçte pişirilmiş kuzu eti. Yanında  domates, soğan, taze yeşil biber, patates, patlıcan, çeşitli baharatlar ve bir sürpriz  var. Kayısı . O kadar şeyin içinde  insanın meyve çıkacağını tahmin etmesi zor. Hemen burada  ilave ediyorum. Fas’ta  her  öğlen yemeğinde, her şehirde, hatta Atlas dağlarındaki yol üstü restoranda bile  TAJİN  yedik.  Ama hepsinde  farklı  bir meyve vardı güveç’in  içinde. Önce kayısı ile başladık. Ertesi gün ayva, sonraki gün elma, daha sonra erik yer aldı  tajinimizin içinde. Valla, acaba haftanın günlerine göre konacak meyve ülke çapında belirlenmişmiydiki diye düşünüyorum. Çünkü yemek yediğimiz yerlerin birbirlerinden habersiz, menülerinde  meyveleri  çakıştırmadan farklı kullanmaları büyük tesadüf. Son gün Çek arkadaşımız isyan etti. Dönüşte tajin yemeyecekmiş artık…

Yol boyunca her satıcının tezgahında gördüğümüz  pişmiş kilden yapılmış kapaklı tajin güveçleri, tajin’in  Fas’ta ne kadar önemli bir yer tuttuğunun ispatı idi. Sadece Faslılara değil  turistlere de tajin güveç’i satıyorlar. 

Rabat’ta kalmadan devam ediyoruz. Şehir çıkışında bir tepenin üzerinde kocaman bir alan düzenlemişler. Etrafı duvarlarla çevrili. Köşelerde minik  minare benzeri kuleler var. Bu nedir diye soruyoruz. Rehberimiz “Namazgah” diyor. Bayram namazları orada kılınıyormuş. Sabah bayram namazı orada kılınmış. Otobüste bayramlaşıyoruz.

Yol üstünde bulunan  Meknes  kentine uğruyoruz. Tarihi bir kent Meknes. Tarihte bir zamanlar başkentlik yapmış bu şehirde Fas’ın en güzel şehir kapısını gösteriyorlar. Bab El Mansour. Mansur Kapısı.

Fas süsleme sanatı kendine özgü bir oymacılık işi. Tam karışımını öğrenemedim ama, bir çeşit alçı olan bu   malzeme, dondurulduktan sonra,  kolayca oyularak işleniyor, genellikle beyaz bırakılıyor. Ama çeşitli yerlerde bu  malzemenin  kolayca boyanabildiğini anlıyoruz. Harika desenler ve figürler Bab el Mansour gibi tüm saray ve diğer yapıların iç ve dış cephelerini kaplıyor. Bilgisayarın olmadığı bir dönemde  o kadar simetrik desenler nasıl yapılmış insan şaşırıyor. Akşam Fez  kentinde otelimize ulaşıyoruz. Yaklaşık 320 km yol gelmişiz.

Fez

Fez de,  Fas’ın tarihinde  başkentlik yapmış  kentlerden biri. Ancak şehrin daha çok kültürel başkentlik yaptığı ortaya çıkıyor. Eski şehir merkezini gezdikten sonra Bou Anania ve Attarine Üniversitelerini dolaşıyoruz. Kütüphanelerini ziyaret edip, tarihi cami ve çeşmeleri görüyoruz. “Suk” (Pazar) larda alış veriş yapmaya çalışıyoruz.  Öğle yemeği yine şehir “Medina” sında otantik bir restoranda. Tajin  standart elbet. Tarihi restoranda “Maroken” koltuklarda poz veriyoruz. (Annemin maroken koltuklarının orijini Fas(Maroq)’ mış meğer.) Halıcıyı ziyaret  boynumuzun  borcu.

Yemekten sonra Fas’ın meşhur olduğu deri işleme atölyelerini geziyoruz. Özellikle derilerin renklendirildiği   boyahaneler çok ilginç. Hala orta çağdan kalma tekniklerle derileri boyuyorlar. Bu boyahanelerin  resimlerini  daha  önce çeşitli belgesellerde, takvim yapraklarında  gördüğümüzü hatırlıyoruz.

Kral olunca her şehirde bir saray yaptırmak gerek galiba. Burada da bir sarayı var Kralın. Akşam yemekten sonra eğlence var. Fas düğününe gidiyoruz. Limonata ve yer fıstığının ikram  edildiği müzikli bir program izliyoruz. Sonunda bizim gruptan bir kızımızı alıp, otantik Fas kıyafetleri ile giydirip, tahtırevanla baş üzerinde  taşıyarak sahneye getirip  gelin ettiler.

Sabah seher vakti otobüsümüzle yola koyuluyoruz. Yolumuz  yaklaşık 700 km. Hedef Quarzazate.

Atlas dağları ve Mantar meşesi,

Sabah gün doğumu ile başlayan programda, gayet güzel asfaltlı yol vadiler arasından yavaş yavaş, kıvrıla büküle yükselerek Atlas Dağlarına  çıkarıyor bizi. Her vadi değişik karakterde karşımıza çıkıyor. Önce ormanlık bir bölgeden geçiyoruz. Yoldan yaklaşık 250 metre uzakta olan ormandaki ağaçların gövdeleri dikkatimizi çekmeye başlıyor. Bunlar ne diyoruz. Rehberimizden önce şoförümüz cevap veriyor. “Mantar ağacı. CORK OAK “. Mantar meşesi. Her iki senede bir bu  ağaçların gövdelerinin yerden başlayarak yaklaşık 2 metrelik  kısımlarında kabuklar soyulurmuş. Ağaç  kendini  korumak amacıyla bu kısımlarda  hızlı gelişen bir doku üretip yeni bir kabuk oluşturmaya başlarmış. İşte bu yeni doku, bizim şarap mantarı diye bildiğimiz malzemenin hammaddesini oluşturuyormuş. Bir ağaçtan ömrü boyunca dört beş defa mantar üretmek mümkünmüş. Mantarlaşan ağaç kabukları toplanıp Portekize satılıyormuş. Orada  işlenip tabakalar halinde  dünyanın en iyi ürünü olarak  şarap imalatçılarının ve diğer  mantar kullanıcıları için uluslararası pazara   sunuluyormuş.  

Yol giderek yükseliyor. Deniz seviyesinden beri gördüğümüz zeytin ağaçları  1500 lü rakımlarda  bile devam ediyor. Yani Akdeniz ülkesi Fas’ın önemli bir ürününün de Akdenizli  zeytin olduğunu, ve zeytinciliğe önem verdiklerini  anlıyoruz. Yolda çam ormanın kenarında durup, kara Afrika da beyaz  kar topu oynuyoruz, üzerimizdeki şortlarla.

Quarzazate

Dağların arasında kurulu bu şehirde Los Angeles deki film stüdyolarının benzerini görmek şaşırtıyor. Tüm Mısır medeniyetleri ile ilgili filimler burada çekiliyormuş. Çok büyük setler kurmuşlar.

Şehirde  bir çok “Casbah” var.Zaten biz de onları görmeye gelmişiz. Casbah  kilden inşa edilmiş, kale  benzeri saray yavruları binalara verilen isim.  Bölgede inşaat malzemesi olarak  taş bulunmayınca, en kolay bulunan malzemeden,  kilden yapmışlar. En çok 3 kat olabilen bu kilden yapılarda şehrin ileri gelenleri ile çok zenginler  hem korunma hem ikamet amaçlı  olarak yaşamışlar. Kimisinde hala yaşandığını öğreniyoruz. İçleri gayet süslü dekore edilmiş bu yapılara  “Toprak Saray“ demek doğru olabilir. Yol boyunca  geçtiğimiz  kasabalarda  kimi harap olmuş kimi gayet güzel bakımlı çok sayıda  “Casbah”ı  resimledik.

Durmak yok, öğleden sonra  yola  devam. Hedefte 300km uzaklıktaki Marakeş  var. Dağların tepesindeki crestlerden  geçen yolda otobüsle gidiyor olmanıza rağmen, hem sağ hem sol tarafınızda  yaklaşık 1000metre aşağıdaki ova köylerinin görüntüleri sanki bir uçak seyahati yapıyormuşsunuz  duygusu veriyor. Azıcıkta, acaba şoför bu dar yolda hata yapar mı  korkusu  tabi!.   Ovaya inince  çöl ortamında palmiye  ve hurma  ormanında buluyoruz  kendimizi. İki günde dört mevsimi yaşayacağımız aklıma gelmezdi.


Marrakech

Gezimizin son durağı Marakeş de bir tatil köyüne yerleşiyoruz. Güzel bir tesis. Yüzme havuzunu kullananlar çıkıyor aramızdan. Akşam yemekten sonra  yol yorgunu olmamıza rağmen şehri dolaşmaya  çıkıyoruz. İşin kolayını seçiyoruz. Grup halinde konvoy yaparak paytonla dolaşmaya başlıyoruz.

Harika bir  keyif. Tam o sırada  cep telefonlarından birine  bir haber geliyor. Galatasaray UEFA kupasında finale kalmış. Keyfimiz katlanıyor .  6 -7 araçlık tüm payton konvoyu “Dağ Başını Duman Almış” marşını söyleyerek ve arada   Cim Bom naraları  ile Marakeşi dolaşıyoruz. Arada  Faslıların da cim bom çekmeleri pek hoş geliyor.

Sabahleyin  şehri  dolaşırken neden  Marakeş in en son durak olarak seçildiğini anlıyoruz. Galiba  FAS’ın özeti  burası.  Sabahtan turistik yerleri, Müzeleri, sarayları, camileri, mezarları, harika bahçeleri geziyoruz. Öğlen yemeğinde son olarak tajin’imizi yedikten sonra D’Jamaa El Fna meydanında pazara bırakıyorlar bizi.

İstanbul - Taksim meydanını andıran bir yer burası.  Her şey burada . Curcuna diye buna denir herhalde. On binlerce yaya   arasından  geçmeye çalışan araçlar yollarını nasıl buluyor şaşıyor insan.

Her köşesi  olağan üstü ilgi çekici bir alan burası.
-Bir köşede yere sıra sıra halkalar yaparak oturmuş insanlar ortada bir şeyler anlatan birini ilgiyle izliyorlar.  Bu ne diyoruz  İngilizce bilen  bir Faslıya . “Hikayeci” diyor. Hikaye anlatıyor. Her gün bir başka hikaye  anlatıyormuş. Dinleyenlerden topladığı bahşişle geçiniyor.
-Öteki köşede  yere  serdiği kilim veya halı üzerinde  zurna çalıp yılan oynatanlar, ortada çöreklenmiş, sayısız kobralar ve sarı iri yılanlar,
-Onların yanında kazan kazan  yemek pişirip servis yapan açık hava lokantaları,
- Bitişiğinde, önündeki 1 metrekare tezgahında sökülmüş binlerce  insan dişi ve kerpeten olan  dişçiler, berberler, icra-i meslek yapıyorlar.
- Maymununun maharetlerini gösterenler,…..,

Aklınıza  gelmeyecek her şey orada.

Olağanüstü manzaralar arasında  yılan sokmasın,  maymun ısırmasın,  araba ezmesin diye sakınarak alış veriş yapıyoruz pazardan. Faslı satıcıların Türk olduğumuzu öğrenince, akşamki maçı ima ederek, Hagi, Hakan Şükür, Cim Bom demeleri  gurur veriyor. Marakeş pazarındaki manzaraları heyecanla birbirimize anlatarak dönüyoruz otelimize. Bu  son  akşam.  CHEZ ALİ de yemek yiyecekmişiz.
Chez Ali

Türkçesi Ali’nin Yeri. Şehrin biraz dışında düzlük bir yerde, büyücek bir spor salonu kadar geniş bir alan üzerinde keçi kılından yapılmış örtülerle üstü kapatılmış, çelik konstrüksiyon iskeletli, tek katlı ve bol bol salonlara bölünmüş bir yapıya giriyoruz. Daha otobüsten inerken duyulmaya başlayan Arap müziği ve yalellisi eşliğinde sık sık çekilen zılgıt sesleri ile kapıya geliniyor. Kapıda  otantik  Fas kıyafetli kadınlar ve elleri palalı  yağız delikanlılar, kafasına gül yaprakları dökerek  karşılıyor misafirleri. İsteyenleri masalı  sandalyeli salonlara, isteyenleri klasik Arap usulü  tepsi etrafına yere  oturmalı düzenekteki salonlara alıyorlar. Bizi masalı sandalyeli salona buyur ettiler.
  
Şov yemekte de devam ediyor.  Arap kıyafetleri giyinmiş garsonlar, her masaya kocaman kapaklı tepsiler içinde  yarımşar  kuzu getiriyorlar. Tandırda nar gibi kızarmış. Yanına bir tepside kuskus pilavı koyuluyor. Yemede yanında yat misali bir görüntü!. Müzik hiç durmuyor. Kadınlı erkekli folklor ekipleri her salonda sırayla gelip dans ediyor ve birkaç yalelli söyleyip, tüyleri ürperten zılgıt çekip gidiyor. Çok hareketli geçen yemek sonrasında hadi kalkın dediler. Şov başlıyormuş. Durun  daha tatlıyı yemedik dememize kalmadan kalkıldı ve  binanın dışındaki  tribünlere yerleşildi. Çalan borazanlar eşliğinde  kısa bir atlı gösteri başladı. Arap atlı biniciler çeşitli hünerlerini  gösterdi. Havai fişeklerin göğü renklendirdiği  bir ortamda ALİ misafirlerine teşekkür etti.Gösterinin bitişinde, havai fişeklerin arkasından Chez Ali’nin sponsoru olduğunu anladığımız dünya çapında bir  firmanın (J&J) ateşten yazılmış logosu çıkmasını  hiç sevmedim. Gecenin nefasetini söndürdü.

Dönüş Başlıyor

Marakeş deki son gecemizi rüyalarımızda göremeyeceğimiz,
yılanları, dişçileri, zılgıtları düşünerek,  güzel otelimizde geçirdik. Sabah  erkenden dönüşe geçtik. Yaklaşık  1.5 saatlik bir yolculuktan sonra Kazblanka  ya döndük . Hasan II camiini tekrar görüp havaalanın yolunu tuttuk. Dönüş yine Tunus üzerinden aktarmalı.

Güney Afrika’ya niyet edip Kuzey Afrika’ya geldiğimize hala inanamaz halde, gayet güzel bir gezi yapmanın  huzuru  içinde,  kaderimize şükrederek döndük evimize. 

  
Sevgilerimle.

Kamil Sandıkcıoğlu

Albüm için buraya tıklayınız 


NEWYORK'TA 5 MİNARE

                                                                                                                                
                                                                                                                                               Albüme Git  
Raleigh – New York arasını yine, sıcak çay-kahvenin olmadığı, EMBR 135 tipi küçük uçaklarla geçiyoruz. Sabah erken saate çay yokken parasız dahi verseler içilmeyen birayı niye servise koyuyorlar anlamadım gitti.    

Thanksgiving haftasının ekonomiye etkisini NY de daha iyi anladık.Şehir içindeki otel fiyatları aşırı derecede yükseldiği için JFK havaalanı yakınlarında bir otelde kalmayı tercih ettik. Böylece metro ile şehre gidip gelirken vasat Amerikalının günlük hayatını da öğrenmeye çalıştık. Söz açılmışken hemen belirteyim:
Amerikalılar tembelliklerinden veya işleri başkalarına yaptırma alışkanlıkları nedeni ile önce Afrikalı köleleri getirmişler. Ancak bunlar yerleşik vatandaş olunca, bu günkü genetiği bozulmuş ırk ortaya çıkmış. Üstüne üstlük, yedikleri gıdaların çokluğundan ve yine tembelliklerinden olsa gerek, inanılmaz bir obezite durumu ortaya çıkmış. Adımbaşı obez birine rastlıyor insan. Şimdi ise her işi başkalarına yaptırma alışkanlığı daha büyük sorunlara yol açacakmış gibi görünüyor. Her işi ucuza Çinlilere yaptırdıklarından her tarafı, her piyasayı Çin malları istila etmiş. Ekonomik bir bozulma nasıl bir sorun yaratacak ileride görülecek.

Metro çok efektif çalışıyor. Ancak çok pis. Avrupa’da hiçbir yerde bu kadar pis metro istasyonu görmedim. Metrodaki insanların yarısı uyuyor yarısı ise kulaklık taktıkları cep telefonları ile konuşuyorlar.Metro da konuşmayan ve uyumayan sadece biz kalıyorduk neredeyse.  

Aracımızın kapısını kıran, rehberimizi yerlerde sürükleten acayip bir fırtına içinde yaptığımız şehir turunda, rehberimizin verdiği bilgilerden bana ilginç gelenleri kısaca paylaşmak istiyorum:

Şehrin merkezi Manhattan adasına giden ilk çelik asma köprü Brooklyn Köprüsü 1883 te yapılmış. Henüz otomobilin icat edilmediği dönemlerde yapılan 486 metre uzunluğundaki köprü,İnsanlara güven vermemiş. Üzerinden filler geçirilerek yapılan bir sirk gösterisinin sağladığı itimat ile insanlar kullanmaya başlamışlar.

Bu köprüye paralel ikinci köprü ise 1909 da işletmeye alınan 448 metre uzunluğundaki Manhattan Köprüsü olmuş. İki katlı inşa edilen bu çelik asma köprünün üst katında otomobiller için 4 şeritli, alt katında ise 3 şeritli metro ve tren yoları var. Ayrıca bir şerit de bisikletlilere ayrılmış. Bu köprülerden geçiş ücretsiz.

New York un simgesi haline gelen Empire States Binası ise tarihin en büyük ekonomik krizinin yaşandığı 1929 yılında inşa edilmeye başlanmış ve 18 ay sonra 1931 de işletmeye alınmış. Daha önceden gelip gezmiş olmama rağmen, binanın 106 katlık heybetini bir kere daha görünce, o yıllardaki teknoloji ile nasıl bu kadar hızlı yapılabildiğine akıl erdiremedim.

Bina ilk yıllarda ekonomik sıkıntı, tren istasyonlarına ve limana uzak kaldığı için uzun süre boş kalmış. EMPIRE STATES BUILDING olan adı EMPTY States Building olarak anılır olmuş. Ta  1950li yıllara kadar, binanın tepesindeki seyir terası, binanın ofis kiralarından daha fazla gelir getiren ünitesi olmaya devam etmiş. Bu gün de öyle sayılır. Binada biri 86., diğeri 101.katta olmak üzere, 2 seyir terası var. İlk seyir terasına çıkmak için önce 80. kata çıkan asansöre biniliyor. Tam 55 saniyede 80. kata ulaşılıyor, oradan yine asansörle 86 ya çıkılıyor. 101. kattaki seyir terası extra ücrete tabi. Geçtiğimiz yıllarda 500 milyon USD lık bir yatırım ile binanın dış yüzeyleri dâhil bir çok yeri yenilenmiş. Güzel olmuş. Önümüzdeki aylarda THY’nin NY bürosunun da bu binaya taşınacağı söyleniyor.

NY nin diğer bir simgesi ise Hürriyet anıtı. 9/11den sonra turist ziyaretine kapatılan anıt son zamanlarda tekrar ama kısıtlı olarak ziyaret edilebiliyormuş. Ziyaret etmek isteyen kişiler önceden başvurup randevu alıyorlarmış. Yapılan güvenlik incelemesinden sonra uygun görülürlerse ziyaret etmelerine izin veriliyormuş.

NY Manhattan da zemin granit olduğu için dünyanın en yoğun çok yüksek katlı yapılaşması mümkün olabiliyor. Manhattan adasındaki tüm binalar (yeni yapılanların bazıları hariçmiş) merkezi ısıtma sistemine bağlı. Yolların altından dolaşan buhar boruları her binanın altındaki eşanjörlere ısı sağlıyor. NY de 19’u gazla çalışan, 32 tane santral var. Bunlardan sadece bir tanesi nükleer santral. Ancak bu santral ihtiyaç duyulan enerjinin yarısını tek başına sağlayabiliyormuş.

Mühendisler tarafından cetvelle çizilen şehir planında caddeler kuzey –güney yönünde sokaklar doğu batı yönünde yer alıyor. 5.ve 6 caddeler en popüler caddeler. Özellikle 5. cadde üzerinde 45. ve 55. sokaklar arasındaki bölge (Upper East Side) dünyanın en pahalı bölgelerinden biri. Dünyanın en sosyetik markalarının bulunduğu dükkânlar bu bölgede yer bulmak için bir birleri ile yarışıyorlar. İnsan burada dolaşırken zenginin malı züğürdün çenesini yorarmış lafını çok sık tekrarlıyor. Örneğin TRUMP binasında yer bulan  Gucci’nin kirası yılda 32 milyon dolarmış denince, bizim çenemiz de  yoruluyor!!!!!

6. Cadde Broadway’a açılıyor. Tüm TV stüdyoları ve tiyatrolar burada neredeyse. Talebeler öğlenden itibaren akşamki showlar için kuyruğa giriyorlar. 7. cadde fashion street. 8. Cadde ise sanki Ankara’nın Samanpazarı veya Çıkrıkçılar yokuşu. Arada acayip bir kontrast var. İşportacılar ve ucuz mallar burada yer alıyor. Sokağın bir ucunda Dünyanın en sükseli SAKS 5th Avenue Mağazası var. Hemen yanında, işportada imitasyon mücevher takılar, kolyeler satılıyor.

Bryant Parkta ve Rockefeller binasındaki buz pistleri ise insanların buz pateni yapmak üzere kuyruğa girdikleri yerler. Hava zaten soğukken bir de buz pistinde ne işimiz var diyip geçiyoruz. Birbirlerini hemzemin olarak kesen, cetvelle çizilmiş, cadde ve sokaklarda trafik tıkanmıyor. Yavaş da olsa akıyor. Trafik polisleri ve işaretlere harfiyen uyuluyor.

Özellikle finans merkezlerine yakın sokaklarda adımbaşı rastlanan siyah renkli Limoların. Lincoln lerin. Cadillac SUVlar ın direksiyonlarında oturan şoförlerin hepsinin elinde  birer laptop la haşır neşir olması çok dikkat çekici. Acaba bunlar gerçekten bankerlerin şoförü mü, yoksa kendi işini kendi gören, borsayı anında takip eden, ve siyah limo ile havasını basan, züğürt bankerlerin kendisi mi diye çok düşündüm.

Özellikle bizim şansımıza rastladığımız soğuk havada NY de hayat kurtaran yer olarak Starbucks Cafeleri belirtmek gerek. Keyifle dinleniyor insan. Bundan yaklaşık 15 yıl kadar önce gittiğim ve gece boyu sirenlerin dinmediği söylenen, en lüks dükkanların bulunduğu 5.ve 6.caddeler arasındaki otelimizden bile gece çıkmamamızın önerildiği, New York da artık rahatça ve korkusuzca gezilebiliyor. Geçtiğimiz senelerde birkaç dönem üstüste belediye başkanlığı yapmış olan GULLİANİ ne yapıp edip şehri suç unsurlarından temizletmiş. NYde gece gündüz hiç tedirgin bile olmadan dolaştık. İnanması zor ama  gerçek. Darısı bizim kentlerin başına .

Ancak burada ticari ahlaksızları unutmamak gerek. İşte Örnek:
5.cadde üzerinde 485 no’da ON/OFF DIGITAL WORLD  adlı dükkana Apple Ipad sorduk.  Apple Ipad’ler hertarafta tek fiyattan satılırken burada bize her modelinde 200 dolar düşük fiyatla vereceklerini söylediler. Önce inanmadık, başka yerlerden kontrol ettik. Apple’in24 saat çalışan, kendi dükkanından sorduk, Mal aynı mal, ancak fiyat farklı. Gözümüzü kararttık ve ertesi günü almaya gittik. Tezgâhtar bizi görünce gayet samimi ve izzet-i ikramla ilgilendi ve elindeki son Ipad’i bizim için çıkardığını söyledi. Almak üzere anlaştık. O, paketi bir kenara koydu. Ve başka bir şey önereceğini söyleyerek yepyeni bir mamulü gösterdi. Ibeam diye tanıttığı alet minik bir projeksiyon aleti. Bunun fiyatının 3000 dolarlar civarında olduğunu, Ipad’le birlikte bunu bize 1500 dolardan verebileceğini söyledi. Biz,15 dakika kadar dinledikten sonra fiyatın ve paket teklifinin çok iyi olduğunu, ancak son kararımızın sadece Ipad’i alıp gitmek olduğunu söyleyince yandaki tezgâhtar bizim almaya anlaştığımız Ipad’i başka bir Çinli müşteriye sattığını söyleyip alıp gitti. Tam bir tiyatrovari rol yapıyor, oyun oynuyordu. Başka paket olmadığı için elimiz boş kaldı. Aldatılmaya çalışılmıştık. Bize ucuz Ipad yanında oldukça büyük bir kazık atacaklardı. Bu mağazaya bir daha kimsenin uğramaması konusunda herkesi uyaracağımızı söyleyerek ayrıldık. 

Ground Zero, 9/11 de teröristlerin uçakla çarpıp yıktıkları eski Dünya Ticaret Merkezi binalarının bulunduğu yere verilen isim. Burada hummalı bir çalışma var. Yaklaşık 3000 kişinin hayatını kaybettiği olayda toplam 7 bina yıkılmış. Bunların yerine şimdi 5 binadan oluşan bir kompleks inşa ediliyor. Bir bina geçen yıl bitirilmiş. Diğerlerinde inşaat devam ediyor. Bu binalardan biri Amerika nın en yüksek binası olmak üzere planlanmış. Amerika’nın kuruluş tarihinden esinlenilerek yüksekliği 1776 ft. olacakmış.  2013 te bitirilmesi planlanan kompleks de 2011 de devreye alınacak iki havuz ve dünyanın en yüksek yapay şelalesi bulunacakmış.

New York Times binasın girişinde, her iki taraftaki duvarlarda ince çelik tellerle asılı yüzlerce küçük LED ekranlarda, heran New York Times gazetesine ulaşan haberler gösteriliyor. Gazetecilik, teknoloji, mimari, halkla iletişim ve reklam. Hepsi bir arada.İlgimi çekti.

Manhattan gibi emlak rantının doruklara ulaştığı bir yerde, Central Park gibi kocaman bir alanın yeşil alan olarak ayrılıp korunması ise şehircilik ve medeniyet göstergesi olarak takdir edilmesi gereken bir şey. Bana göre Central Park, bu açıdan limandaki Özgürlük Anıtı, veya  Empire States Binası gibi, göz alıcı ve abidevi nitelikte.

Dönüyoruz.
New York, JFK havalimanına, gelişte pasaport kuyruğunda iki saatten fazla beklediğimiz düşünerek biraz daha erken gitmeyi düşünmüştük. Ancak Amerika’dan çıkış, giriş gibi değil. 5 dakikada çıkarıveriyorlar. Bu yüzden havaalanında epey bir uzun beklemek gerekti. Bu bekleyiş sırasında JFKde açılan Türk büfesinde özlediğimiz gözleme ve döner yeme fırsatı da bulmuş olduk.
THY nin ikramı ve Do&Conun lezzetleri ile keyiflenen ağzımızın tadıyla döndük  “Sweet Home.” memleketimize.
Kamil Sandıkcıoğlu, Aralık 2010