Friday, May 15, 2020

AUSTURALYA ve YENİ ZELANDA, MALEZYA


 Sevgili Dostlar.


Avustralya’da ilk ayak bastığımız  Perth’den, ülkenin  2. en büyük kenti Victoria eyaletinin başkenti Melbourne geçmek için akşam yemeğinden sonra hava meydanına  gidildi. Perth anılarını gözden geçirirken buraya gelecek kişilere mutlaka hatırlatılması gereken bir noktayı unuttuğumu gördüm. Gelirken internetten de araştırmış ve elektrik sisteminin İngiliz standartlarına uygun olduğunu öğrenmiş ve ona göre priz adaptörü almıştım. Ama burası ve Yeni Zelanda farklıymış. Buranın elektriği 220 volt ama prizleri eğik delikli 3lü (topraklı ) soketler. İngiliz sitemindeki fişlerin yassı iğneleri birbirine paralel olduğu için bu eğik soketlere girmiyor. Otellerde adaptör her zaman bulunmuyor. Gelirken mutlaka buraya uygun adaptör getirin veya benim gibi yapıp, fişi söküp çıplak kabloları prize sokun. Aksi halde i-phonenunuz iki gün sonra şarjsız kalacaktır.

Perth havalimanında rekabetçi sivil havacılık sisteminin yeni bir uygulamasını daha öğreniyoruz. Rehberimiz Türkiye’den çıkarken uyarmıştı. Bagaj hakkımız  20 kg., sakın aşmayın diye. Biz zaten fazla yük taşımıyoruz diye dert etmedik. Check-in yaparken öğrendik ki tur operatörünün VIRGıN AUSTRALIA’dan aldığı ucuz biletlerde meğer sıfır bagaj kaydı varmış. Tur operatörü, kişi başı 40 dolar ödeyerek sadece bir parça bagajın uçağa verilmesini sağladı. Bu arada teknolojinin sayesinde Türkiye’deki  tur operatörünün  kredi kartı ipad ile Perth’deki gişe görevlisine gösterildi de ödeme yapılabildi.

Melbourne uçuşumuz 3 saat 25 dakika.Tabii ki uçakta her şey, su bile paralı. Bir an için ülke içinde uçtuğumuzu düşünüp  koca bir kıtayı  yarı boyunca geçtiğimizi ihmal ediyoruz. Melbourne gelince  saatlerimizi ayarlamamız gerekiyor.  3 saat ileri alıyoruz. 3.5 saat uçuş aniden 6.5 saat uçmuşa denk geliyor. Gece 10’da bindiğimiz uçaktan  sabah güneş doğarken iniyoruz. Yani Türkiye ile saat farkı 9’a çıkarken , uykusuz bir gece daha geçirmiş oluyoruz.




Melbourne’a  sabah karga kahvaltısını etmeden önce geldiğimiz halde rehberimizin üstün çabası ile normal şartlarda saat 14:00’de açılması gereken oteldeki odalarımıza yerleşip sırtımızı biraz düzeltme fırsatı buluyoruz.



Melbourne, kıtanın güneydoğusunda güney kutbuna bakan kıyısında bizim Marmara denizi kadar büyüklükte, nerdeyse tamamen kapalı denecek kadar korunmalı bir körfezin içinde yer alan 3.7 milyon nüfuslu büyük, modern , organize ve tertemiz bir şehir. Körfezin her tarafı nerdeyse doğal liman gibi olunca denizcilik ve  gemi inşa sanayi gelişmiş. İstanbul’da sefer yapan İDO nun  katamaran gövdeli teknelerin bazılarının burada inşa edildiklerini söylediler. Ama son zamanlarda gemi inşa sanayinde bir çöküntü başlamış.

Ülkenin başkenti olmak için Sydney ile yarışırlarken aradaki Canberra’ya kaptırmışlar başkentliği. 1956’da olimpiyat oyunları burada düzenlenmiş.

Savaş kahramanları anısına burada da çok büyük bir anıt türbe yapılmış. Koskocaman bir parkın içerisinde yer alan anıtta yine Gelibolu savaşlarına katılanlar ilk önce anılıyor. Görevli kişinin ikazı ile binaya girerken şapkalar çıkarılıp saygılı bir şekilde ziyaret tamamlanıyor. Binanın yakınlarında bir LONE PINE (yalnız çam) var. Gelibolu’dan getirilmiş. Özel hikayesi var. 1915 Çanakkale savaşlarına katılan çavuş McDowell’in getirdiği kozalaklardan yetiştirilen çam ağacı 80 yıl sonra 2012 de kurumuş, ancak onun yerine yine Çanakkale’den getirilen çam dikilmiş. Özenle korunuyor. Park son derece güzel ve tertemiz.
Fotoğraf
 













Ancak ayrıca bir köşesinde buraların kaşifi Kaptan James Cook’un evinin benzerinin bulunduğu bir botanik bahçesi daha var. Bahçedeki çiçeklerin renkleri ve güzellikleri kolay anlatılır gibi değil. Sadece şunu söyleyeyim gerisini siz düşünün. Evlenenler nikah kıyafetleri ile resim çektirmek için bu parkın içindeki serayı fotoğraf stüdyosu olarak kullanıyorlar. Çiçekler o kadar büyüleyici.

Melbourne’da bol miktarda Yunan asıllı göçmen varmış ama biz sadece börekçilik yapan, gözleme satan, dönercilikle uğraşan soydaşlarımızı görüyoruz. Fırsat bulup konuştuklarımız yaklaşık 30 yıldır burada olduklarını ancak hala alışamadıklarını söylüyorlar. Oysa Melbourne’da hayat kolay gibi görünüyor. Şehirde belediye otobüsleri yanında tramvaylar var. Ayrıca daha uzun mesafeli taşra mahallelerine işleyen trenler var. Şehrin merkezi bölgesinde ring seferi yapan yaklaşık 10-15 duraklı bir tramvay hattı var. Bu hatta eski model vagonlar çalıştırılıyor. Her iki yönde de tur yapan bu nostaljik hat turistlere bedava. Akşamları ise bu hatta restorana çevrilmiş nostaljik vagonlar turistlere yemekli sefer yapıyorlarmış. Şehrin merkezinde BURKE Street yayalaştırılmış bir bölge. Bir ucunda eyalet parlamento binası, diğer ucunda istasyon binası yer alıyor. Tahminen 1 km. uzunluktaki bu yaya  bölgesinde her türlü dükkan var. Caddenin arka tarafında ise Çin mahallesi yer alıyor. Sokağın başındaki kırmızı üzerine sarı yaldızlarla yazılmış Çince ve İngilizce sözler ve dükkanların önlerine asılmış irili ufaklı kırmızı kağıttan yapılmış fenerler mahalleye gelen müşterileri karşılıyor. Burası Çince gibi karışık, düzensiz, oldukça pis ama çok renkli.Sadece yaya bölgeleri tertemiz ve çok düzenli.

Kaldırıma park etmiş bekleyen Paramedic Ambulans lar göze çarpıyor. İnsanın aklına gelen ilk soru acaba bu kadar sakin, temiz ve emniyetli görünen burada, bu kadar hayati tehlike yaratan ne var da bu ambulanslar acil ilk yardım için bekletiliyorlar. Anlaşılan insan hayatına ve sağlığına verilen önem biraz abartılı da olsa ön planda yer alıyor.
    
Ana istasyon binasının da İngiliz hükümeti tarafından dominyonlarına yapılmak üzere aynı anda planlandığı ancak, bir karışıklık sonucu, Hindistan’da Delhi’ye yapılacak olanın Melbourne’a yapılmış olduğuna dair bir rivayet var. Büyük bina buraya, küçük proje Delhi’ye yapılmış. Hintliler çok kızıyormuş. Melbourne’a Cuma sabahı inmiştik. Pazar günü F1 yarışları varmış. Gezdiğimiz Taksim meydanı benzeri Federation Square de, AVM girişlerinde, şehrin ortasından akan Yarn nehrinin  kenarlarındaki parklara, F1 yarışmacı  takımlarının stantları kurulmuş. Ferrari’nin, Mercedes’in markalı ürünleri satılıyor. Ama fiyatlar astronomik, bakıp geçiyoruz.

Melbourne’da ilk gecemizi bilmeden girdiğimiz kumarhanede karşılıyoruz. Yarn nehrinin kenarında Crown Otelinin altında bir kumarhane var. O kadar büyük ki içinde dolaşırken yorulduk.
Las Vegas’taki kumarhaneleri andırıyor. Her yerde tek kollu canavarlar ışıklı gösterilerini yapıyor. Çift kollu güzel hanım veya yakışıklı bey krupiyeler insanların kazanma duygularını sömürüyorlar. Bir tarafta en pahalı deniz ürünleri yenirken diğer tarafta en nadide içkiler tüketiliyor. Biz kendimize hakim olup kumara bulaşmadan dolaşırken tek kollu makineler arasına asılmış uyarı  yazıları dikkatimizi çekiyor.
“ Zararla karşılaşırsanız arkasından GİTMEYİN.”
“ Hırsınıza HAKİM olun .”
“ Kendi sınırlarınızı bilin. ZORLAMAYIN”
“Hiç unutmayın . Her zaman SONUNDA MAKİNE KAZANIR.”   
Anlıyoruz ki bunlar yasal uyarılar.
  
Artık Avustralya’nın ŞARTLI yaşam tarzına alışma zamanı geliyor anlaşılan. Her şey kuralına göre yapılmalı. Ülkede içki ruhsatlı yerlerde satılabiliyor. İzin alınmış yerlerde içilebiliyor. Caddelerin bazen sokakların isim tabelaları yanına ALCOHOL FREE bölge işaretleri konmuş. Bu bölgelerde alkol tüketimi yapılamıyor. Alkol içilebilecek yerler kesin kez belirlenmiş. Örneğin bizim otelimizin altındaki kahvaltı salonu akşam lisanslı bir bar olarak hizmet veriyor. İki veya üç masa da yol hizasındaki bahçede yer alıyor. Ancak bahçeden yola çıkılan eşik üzerine konan tabela ile o noktadan sonra alkol içilmesinin yasak olduğu belirtiliyor. Az alkollü içecekler de buna dahil. Yarn nehrinin kenarında F1 yarışları için kurulan festival alanında açık havada alkollü ve alkolsüz içecekler bir arada satılıyordu. Bizde birer cider alıp nehrin kenarındaki parkta çimlere oturup yürümekten şişen ayaklarımızı uzatarak içmek istedik. Anında polisler kapıdan çevirdiler ve elimizde bardaklarla dışarı çıkmamıza izin vermediler. Sigara içmek keza yasak. Çocuk parklarında, oyun sahalarına 5 metreden yakın alanlarda sigara yasak. Otel odalarında tümden yasak. Hatta otel odalarının kapılarına asılan yazılarda mealen şöyle deniliyor. “Odada sigara içildiğine dair bir duman veya koku hissedilirse, yangın var diye algılanıp gereken müdahale yapılacaktır”.




Philip Island
Öğleden sonra yaklaşık 120 km uzaklıktaki Philips Island a gidildi.
Burası deniz kıyısında çok tatlı bir plajı olan sayfiye şehri. Adı üzerinde bir ada ama köprüyle geçildiği fark edilemiyor.
Adada eski model arabalar için bir yarış düzenlenmiş. Şehirde F1 yarışı, sayfiyede Nostaljik araba yarışı yapılıyor yani. Her yer ana baba günü. Günlerden Cumartesi üstelik . Öğleden sonra saat 15 de tüm dükkanlar kapandı.  Turistik bir bölgede bu kadar aktivite varken yiyecek satanlar dahil, tüm dükkanların kapanmasını hayretle karşıladık. Bizde olsa sabaha kadar açık olacağını bildiğimiz yerler kapalı. Anlaşıldı ki KURALLAR böyle. Hafta sonlarında 5 saatten fazla çalışılamazmış. Aksi halde vergiler ve sigorta primleri altından kalkılamayacak kadar yükseliyormuş.

PINGUINS’ PARADE

Buraya geliş amacımız akşam Penguenlerin geçişini seyretmek. Güney kutbunun bir hayvanı olan penguenlerin bir cinsi buralarda mekan tutmuş. Yuvalarını Philips adası kıyılarında bir bölgeye yapmış. Önce yuvaların olduğu bilinen bölgelerde otobüsle dolaşılıyor. Yolda bizdeki köpek ölülerinden çok Walabi leşine rastlanıyor. Walabiler bir kanguru türü. Köpek büyüklüğünde tarlalarda otlanan bir cins küçük kanguru. Ancak otomobillerden kaçamayıp telef oluyorlar. Çiftçiler için zararlı hayvan niteliğindeler.
Aynı yollarda Cape de Verde kazlarına da rastlıyoruz. Onlar da doğal yaşamlarını sürdürüyorlar ama kaz ölüsüne rastlanmıyor. Acaba onlar kaz kafalı da ondan mı diye düşünmeden edemiyor insan !.

Penguen gösterisi için dar bir plajın dibinden başlayan oldukça dik yamaçlı bir kıyı şeridi seçilmiş. Dik yamaç doğal bir tribün olarak düzenlenmiş. Show, penguenlerin akşam hava karardıktan sonra sürüler halinde denizden çıkıp, plajdaki kumları geçip, dik yamaçtan yukarı tırmanıp, yuvalarında bekleyen yavrularına ulaşmalarına kadarki süreci, izlemekten ibaret.

Parka girişteki alan sanki Kennedy uzay üssüne girilmiş gibi düzenlenmiş. Işıklı tabelalarda Penguenlerin önceki gece kaçta geldikleri gösteriliyor. Bu gece gelecekleri tahmin edilen saate kadar geri sayım başlatılmış. Işıklı tabelalardaki azalan saniyeler heyecanı artırıyor. Özellikle sessizliğe önem verilmesi ikaz ediliyor.

Tahminen yarısından fazlası çocuk, 10 bin kişi tribünlerdeki yerini alıp gittikçe kararan ve serinleyen gecede beklemeye başladı. Bekle bekle gelen yok. Sabrımızın zorlandığı bekleme sonrasında bizim görebildiğimiz 20 kadar penguen dışında denizden çıkan olmadı. Hevesimiz kursağımızda kaldı. Fiyasko için yapılan açıklamada,  tüy değiştirme dönemine rastlayan böyle günlerde penguenlerin çoğunun sabah fırtına nedeni ile denize açılmayıp yuvalarında kalmış olduğu belirtildi. Aslında doğal yaşantılarını kişi başına 22 dolara bilet satarak  SHOWa dönüştüren zihniyete Penguenlerin küçük bir protestosu olarak da bakılabilir.  

Su pınarları.

Ertesi sabah şehirde alış veriş zamanı verildi, ama o da fiyasko çünkü fiyatlar abes. Kendimizi çok methedilen botanik bahçelerine vuruyoruz. Bahçeler nehir kenarından yürüyerek ulaşılabilecek bir yer gibi göründü ama hava sıcaklığının 35 derece olduğu ve festival nedeni ile trafiğin kapatılan ve insanların dolup taştığı yollarda yürümekten bitap düştük. Queen Victoria Royal Botanik Gardens’da ulu ağaçlar ve yemyeşil çimenler çok etkileyici ama her tarafını dolaşmaya ne vaktimiz ne mecalimiz yetti.


İyi ki iklim şartları yanında ekonomik şartları da dikkate alan belediyeler oldukça sık aralıklarla insanların içmeleri için su pınarları koymuşlar. Bu pınarlar olmasa insanlar, benzinden pahalı suya para yetiştiremezler.

Belediyenin düzenlediği ilginç işlerden biri de kiralık bisikletler. Şehrin birçok bölgesinde belediyenin çok alımlı mavi renkli bisikletlerinin bulunduğu yerler düzenlenmiş. İhtiyacı olan ve tabi binmesini bilenler otomata para atıp bisiklete binip gidiyor ve gittiği yerdeki yine benzer bisiklet durağına bırakıp işine devam ediyor. İmrendim ancak bunun bizde düzenlenmesi için ne yapılabileceğini düşündüğümde, önce Ankara’nın dümdüz edilmesi gerektiği gibi bir sonuca ulaştım. 


YARN VADİSİ.  
Modern ve lüks şehir hayatının yanında taşradaki yaşamı da öğrenmek amacıyla yapılan gezide Yarn nehrinin adını verdiği vadide bir tur yapıldı. Özellikle dünya şarapçılığında söz sahibi olmayı hedefleyen bu bölgede üzüm bağları son derece düzenli. Mevsim itibari ile birkaç hafta sonra bağbozumunun yapılacağı asmalar, kuşların talanından korunmak üzere bembeyaz ağlarla kaplanmış bekliyor. Şaraphanelere ziyaret ve ürünlerden tatmak hem paralı, hem de ancak randevu ile mümkün olabiliyor. Meyve bahçeleri de aynen bağlar gibi çok özenli ve düzenli. 



Vadide ayrıca bira fabrikaları var. Bunlardan biri White Rabbit Fabrikası. Ziyaretçilere bira imalatı gösteriliyor. Fast food yanında Ale birası servisi de yapılıyor.

Gün batmadan Melbourne havaalanının yolu tutuluyor.
Hedef Tasmanya. Havaalanında yan yana duran iki dev uçak gözümüze çarpıyor. Biri B747 diğeri A380. A380 rakibini alt etmiş gibi duruyor. Boyutlarlı itibariyle akla ziyan veren, yerinden kıpırdaması şüpheli görülen, Emirates in A380 i birkaç dakika sonra  kuş gibi uçtu gitti.  

Biz de Tasmanya’ya uçacağız.


    Albümümüz burada...

DAKKA .





DAKKA .    BANGLADEŞ

Kolkata dan  kalkan BİMAN Air. ( Bangladeş Hava Yolları)  B738  uçağı ile kalkış-iniş dahil 30 dakikada Dakka’ya  geliverdik. Uçuş süresi toplam 20 dk.  bile değilken otantik sari kıyafetli hosteslerin, üstelik çok sallantılı uçarken, eksiksiz yemek servisi yapmaları şaşırtıcıydı.
Pasaport kontrolünden kapıda vize almayı tercih eden grup arkadaşlarımızı biraz gecikmesine rağmen gece yarısına varmadan Dakka'nın  acayip trafiğinden geçip otelimize vardık. Bu gezinin son durağı Dakka’da otelimiz mükemmel. Üstelik suit oda vermişler.  SKY CİTY . Bizi otelin müdürü kendi kullandığı aracı ile karşıladı. Otele gelene kadar, Bengaldeş i ve Dakka’yı anlattı.

East Bengal eyaleti iken,  1947 yılında İngiltere den “ Partition “ sırasında Pakistan’a bağlı  Doğu Pakistan olarak  kurulmuş. Pakistan ile aradaki binlerce kilometrelik doğal engelin yanında Bengalce konuşan halkın Pakistan’ın  direttiği Urducayı red etmesi üzerine  1952 de sürtüşmeler başlamış, 1971 de  Pakistan’la bir askeri çatışmaya girmişler. Hindistan’ın desteği ile Bangladeş Halk Cumhuriyeti adıyla bağımsızlıklarını ilan etmişler.  Bengal  körfezine dökülen Ganj nehrinin başka bir büyük  kolu ve Meghna  nehrinin suladığı dümdüz delta üzerinde yer alan  ülkenin 220 bin km. karelik bir yüzölçümü ve  175 milyon civarında   nüfusu  var.  Dakka başkent , Çitakong ise biraz güney doğuda çok büyük bir liman ve ticaret merkezi. Başkentin 33 milyon  nüfusu var.  Para birimi Taka . 1Dolar = 84 taka.
Ülkenin her tarafı  yeşil ve sulak ,   özellikle pirinç  ve pamuk olmak üzere tarım yapılıyor. Ancak son yıllardaki  tekstil endüstrisindeki gelişmeler sonucu Dünyanın  en büyük 2. tekstil konfeksiyon ihracatçısı olmuş.
Halen devlet başkanı olan bayan HAŞİMA, eski   başkanlardan    Şeyh Mucibi rahmanın kızı imiş.  Yaklaşık 15 senedir başkanmış ve demokratik seçimleri son zamanlarda  yaptırmamış.  Ana muhalefet lideri olan hatun kişi de  hapisteymiş. Toplam 700 bin kişi  hapismiş.

Rehberimizin anlattıkları arasında,  genel ahlaki çöküş yaşandığı,  radikal İslam kıyafeti olan kara çarşaflar içinde erkeklerin de  dolaştığı, bunların çoğunun uyuşturucu  satıcısı olduğu, dilenci ve sakatların çok olduğu,  dilencilerin hastanelerden terk edilmiş çocukları kiralayıp,  “rent a baby”,  dilendirdikleri hatta bazılarını sakatladıklarını, en büyük çöküntünün de polis teşkilatında olduğu, bu nedenle polislerin halk tarafından hiç sevilmedikleri  bilgileri,  daha ilk dakikadan
dikkatli  olmamız  gerektiğini hatırlatmış oluyordu. Gerçekten   Dakka’yı  gezerken rastladığımız polislerin hepsi  gıdasızlıktan gayet zayıf olan  ortalama vatandaşlardan çok  cüsseli ve besili  görünüyordu.
Radikal İslam  hakim olmasına rağmen hanımların baş örtüsü bağlama zorunluluğu yok. Kapalı ve çarşaflı kadınlar arasında başı açıklar da sorunsuz dolaşabiliyor.
Trafik İngiliz  kalıntısı soldan. Ancak nüfus fazlası  ve  gelir azlığı nedeniyle  ihtiyaçlara en ucuz çözüm olan motorlu bisikletler  nedeniyle   trafik sadece soldan değil her yönden hale gelmiş. Hindistanda tuk-tuk denen  3 tekerli motorlu araçlara burada Rikshaw  (kısaca RİKŞA)deniyor.  Yeni modellerine  tüp gaz (LPG-LNG)) takılı  rikşalar  trafiğin en önemli elemanı.   Otolar,  bisikletler,   otobüsler, faytonlar, ve rikşalar hepsi bir arada  hareket halindeler. Korna çalmayan yok.  Enteresan bir uygulama da tüp gazlı rikşalara  yolcu  güvenliğini sağlamak amacıyla çelik kafesli kabin zorunluluğu getirilmesi.

Yerli rehberimiz sabah ilk iş olarak Ahsan Manzil sarayına  götürdü. Ganj nehrinin kıyısında büyük bir bahçe içinde 300 yıllık bir saray. Sükunet Sarayı da deniliyormuş. İngiliz yapısı  binada  kötü düzenlenmiş bir müze var. Ganj nehrinde çalışan ferry ler  için bahçenin bir köşesinde iskele var.

Saheed Minar parkında 1952 de Bengalce nin ulusal dil kabul edilmesi için çıkan olaylardaki  şehitler anılıyor. Yakındaki bir  parkda dünyanın en meşhur 100 insanının büstleri var. Atatürkün  büstünü görünce gururumuz okşanıyor.   Eski şehiri dolaşırken trafik ve korna insanı sersemletiyor. Ama  Türk büyükelçiliği binasının da bulunduğu  GÜLSHAN  mahallesine gelince  her şey değişiyor.  Bir anda sessizlik ve sakinlik hatta medeniyet  başlıyor. Mahallenin girişinde polisler  rikşaları ve faytonları   geri çeviriyorlar. Burada  dolaşmaları yasak.  Burası Dakka’nın elit mahallesi. Ana caddelerden birinin adı Kemal Atatürk Bulvarı.  Binaların hepsi modern ve  15- 20  katlı,  yabancı markalı mağazalar Avrupa’dan  farksız bir hava  yaratıyor. Otolar  son model ve lüks.  Ancak ortalama 60 - 80 dolar aylık ücretle çalışan Dakka lı emekçilerin burada 5-10 dolara bir fincan kahve içmeleri  mümkün değil.  Şehir merkezinde  trafiğe  çare bulmak amacıyla  FLY WAY  dedikleri  üstten geçen yol yapmışlar. Rikşalar oraya da sokulmuyor.

Ertesi gün Dakka’nın kalesine gitmek için trafiğin rahatlamasını bekledik. Şehrin içindeki kaleye yine de 90 dakikada  ulaşabildik. 1700 lü yıllarda yapılan kale aslında tamamlanamamış. Taş duvarların  bir  kısmı hiç yapılmamış. Burada kralın sarayı ve prensesin   türbesi  görülüyor. Kale sonrası  yine  yoğun trafik arasından NEW Markete gidiyoruz. Burası dünyadaki tüm  tanınmış markalarının ürünlerinin   bulunabildiği imalatçıdan doğrudan satış yapılan bir outletler  merkezi.  Her marka tekstil konfeksiyon ürünü var.  Ancak istediğiniz mala ulaşmak için burayı iyi bilmek ve  sabırlı olmak gerekiyor. Burası 6-7 katlı binaların içinde yer alan  binlerce küçük tezgah ve dükkandan satış yapılan bir mekan. Çok kalabalık, çok sıkışık. Dışarda 30 derecenin üstündeki hava da eklenince dayanılmaz sıcak ve havasız. Dayanamayıp kaçıyoruz.

Rehberimizden   Dakka’nın en büyük AVM sine götürmesini istiyoruz. AVM elit  bölge  Gülshan  mahallesinde, 6 katlı çok büyük bir AVM. 3000 civarında  dükkan varmış. Dükkanlar   genel olarak küçük.  Özellikle kuyumcu ve tekstil ürünleri satan mağazalardaki  düzen  ilgimizi çekiyor.   Müşteriler  dükkana  girince bir sandalyeye  oturtuluyorlar, Kumaş kaplı sekilerin üzerinde çıplak ayakla dolaşan tezgahtarlar  istedikleri malı  getirip gösteriyorlar.  Alışık olduğumuz tezgah ve vitrin düzeni yok.  Burada satılan mallar genelde  Bangladeş  malı, daha ucuz  mal istediğinizde Çin malı  çıkarıyorlar.  Ucuz olsun diye çocuk işçi çalıştırmakla itham edilen  Bangaldeş de bile ucuz Çin malı görünce insanın asabı bozuluyor. 

Dakka ve Bangladeş, 5-6 katlı binaların bulunduğu Pakistan ve Hindistan şehirleri ile karşılaştırıldığında  biraz daha  modern gibi, 15- 20 katlı binalara her yerde rastlanıyor. Eski şehirde bile   çok  katlı beton binalar var. Ancak dikkat çeken bir şey binaların üst tarafları alt tarafından farklı görünebiliyor. İmar affı gibi bir şey den yararlanılarak  binalar  20 katlı diye ruhsat alınıp 10-12 katta bırakılıyor, yıllar sonra para durumuna göre üst kısım inşaatı yapılıyormuş. Burada genelde değinilen konu
corruption  dedikleri ahlak çöküşü.  
Akşam yemekten sonra cebimizde kalan son takaları da otel çevresindeki mağazalarda tüketip sabah 8.deki uçağımıza  ancak  3.30 da otelden ayrılırsak yetişebileceğimizi  düşünerek  erkenden yatıyoruz.
İstikamet Katarın başkenti Doha üzerinden   Ankara.
Doha da  Aysun  ve rehberimiz Begüm hanımları  İstanbul’a yolcu ettikten sonra , çok modern ve albenili Doha alanını geride bırakıp Ankara ya uçuyoruz.

Aynı soydan gelen, fizik olarak birbirlerine ayırt edilemeyecek kadar benzeyen,  kendi içlerinde bile her eyaletinde onlarca ayrı   dil konuşulan, kültürleri, gelenekleri, yedikleri aynı  olan,  ancak sadece inanç farklılığı nedeniyle  ayrı ülkelerde,  hala birbirleri ile düşman gibi yaşayan 3 devletin  günün birinde birleşip,  2 milyara  ulaşan nüfusla  nasıl bir güç olabileceğini düşünerek, Wagah da  öğrendiğim  ortak kelime ile bitirmek istiyorum.
ZİNDABAD   Pakistan, Hindustan, Bangladeş.  



Mart 2019.





Thursday, May 14, 2020

KALKÜTA .






KOLKATA

Gece yarısına doğru indiğimiz  Kalküta Uluslararası havaalanında  bizi  önceden ayarlanmış taksi karşıladı. Şoförle konuştuğumuzda Uber den geldiğini söyledi. Güvenle bindik. Gece yarısı  olmasına  rağmen  otele ulaşmamız yarım saatten fazla sürdü. Otelimiz yine FAB zincirine  ait .  FAB  zincirini  şikayet etmeye karar verdik. Haritalarda ve resmi  belgelerde   Calcuta,  Kolakuta,  KOLKATA   isimleri de kullanılan kente  artık  KOLKATA  deniyor.  Batı Bengal  eyaletinin  başkenti. Çok büyük bir limanı ile bölgenin en önemli ticaret ve  sanayi  merkezi.  20  milyondan fazla nüfusu var.   Himalayalar dan başlayıp tüm Hint yarımadasının kuzeyini sulayarak gelen kutsal Ganj nehri Bengal  körfezine dökülüyor. Ganj nehrinin taşıdığı su hakkında biraz fikir sahibi olmak için  şöyle  bir bilgi veriyorlar.  Ganj nehri  yaklaşık 700 ağızdan  Bengal  körfezine  dökülüyormuş.  Ganjın denize açılan kollarından biri  de  Kolkata  şehrini ikiye bölerek geçen HOOGLY   nehri.  Kolkata bu nedenle biraz İstanbul’a   benziyor.  Nehrin bir yakasındaki şehir 15 milyon nüfuslu KOLKATA, diğer yakasındaki şehir ise 5 milyon  nüfuslu   HOWRAH.  Liman ve şehrin ticaret merkezi  Kolkata  tarafında. 700 metre kadar genişliği olan Hoogly  nehrinin  üzerine 1943 te yapılmış  çelik konstrüksiyon asma bir köprü  günün her saatinde acayip bir trafiğin yükünü taşıyor. Köprüde   araçların   kullandığı 3x2= 6 şeritli yola ilaveten iki yanında yayalara da yol var.  Köprü üzerinde araçlar dan fazla yaya  göze çarpıyor.  Trafik çok sıkışık olduğundan  insanlar  yaya geçmeyi daha hızlı bulabiliyorlarmış.
Kolkata  belediye  başkanı (Mayor)  yeni seçilmiş bir hanım imiş. Şehri Londra’ya benzetmek istiyormuş.  İlk iş olarak bir meydana Big Ben in minyatürünü  yaptırmış.
Ancak daha çoook işi olduğu açık.
Gece karanlığında geldiğimiz otelimiz Howrah  tarafında . Rehberimiz   Begüm hanımın  öğleye doğru gelmesini beklerken  otel yakınlarındaki Belur Math i ziyaret ettik. Belur Math  tapınağının  bulunduğu  parka  Hindistan’a özgü taştan yapılma tak benzeri kapıdan giriliyor. Kapının tepesindeki  süsler ve semboller,  buradaki tapınağa, Müslüman, Hristiyan, Musevi, Budist, Hindu ayrımı yapılmaksızın  her dinden insanın  gelebileceğini   ifade ediyor. Dünyanın en kalabalık demokrasisinin bulunduğu Hindistan’da  dinler  mozaiği de  bir gerçek. Delhi de gezerken dolaştığımız Cuma camiinde   Dünyada en çok Müslümanın  yaşadığı  ülkenin 300 milyon kişi ile Hindistan olduğunu söylediklerini de  hatırlıyorum.
Belur Math a yine insanlar ayakkabılarını çıkarıp giriyorlar.  Parkın bir ucu  kutsal Ganj nehrine açılıyor. Nehir kenarında tribün benzeri  merdivenler yapılmış.
Gatt denilen bu merdivenlerden insanlar dua ederek kutsal Ganj da yıkanıyorlar. Holly Dip yapıyorlar.  Hemen yakında  nehir  üzerindeki  İstanbul’daki şehir hatları gemileri gibi teknelerin yanaştığı kalabalık bir iskele var. Kalabalık, pislik, gemi,  ibadet, hepsi iç içe.


Rehberimizin  gelmesinden  sonra  taksi ile  şehir merkezine gittik. Günlerden Pazar olduğunun farkında  olmadan  bindiğimiz  taksiciye  burada meşhur diye duyduğumuz çiçek pazarına bırakmasını söyledik.  Bizi şehrin merkezindeki  HOGG  marketin  önünde bıraktı.  Kapalı çarşıyı andıran  bir  yerde dükkanların çoğu kapalıydı. Sadece yapma çiçek  satan  küçük  tezgahlar  açıktı. Bir de  hijyenden eser olmayan kasaplar.!!
Pazar günü olduğu için para bozduracak yer bile bulamadık.
Üstelik   Kolkata’nın iki büyük kriket kulübünün şampiyonluk maçı nedeniyle, şehrin  merkezindeki 65 bin kişilik stadyum çevresindeki tüm yolları trafiğe  kapatıldığı için, 
gezilecek yerlere ulaşamadık.  Müze' ye,  William Fort' a, Queen  Victoria  anıt binasına  giremedik. 
Kolkata da,  taksilerin  bazılarının  üzerinde “No Refusal” yazıyor. Taksi metre kullanılması zorunlu olduğu  halde  aynen İstanbul’daki gibi taksicilerin beğenmedikleri yerlere gitmeyi ret etmeleri  çok sık rastlanan bir şeymiş.  Taksicilerin bazıları müşteriye güven vermek için No Refusal  yazısını  asıyorlarmış.
Otele dönmek için  NO  REFUSAL taksicilerle pazarlık edip otele döndük.

Ertesi sabah 6 kişilik  Toyota  Suv   ile otelden hareket ettik. Yolda Hintli yerel rehberimizi de alarak şehre daldık. Rehberimiz önce festivaller ve dini törenlerde kullanılan tanrı ve kutsal varlıkların heykellerinin yapıldığı bir mahalleye götürdü. Hatkhola  mahallesi   heykelcilik   organize sanayi bölgesi sanki. İrili ufaklı 1000 den fazla  atölyede  samandan, kağıttan, ahşaptan, alçıdan, polyester elyaftan,  kumdan, betondan  heykeller üretiliyor.   Boyanıyor, süsleniyor.   Sanatçı aileler çoluk çocuk  orada yatıp kalkıyor, ustalaştıkları heykelleri  yapıyorlar. Ne kadar çok tanrıları varmış, her Hindu tanrısının ne kadar çok efsanesi,  mahareti, gizli gücü varmış, her heykelde ne kadar çok detay ve sembol varmış, çokluğu karşısında kişi hayrete düşüyor. İnsanların  sanatı da ayrıca takdir edilmesi gereken bir şey.
Daha sonra    ahşap süsleme işlerinin yapıldığı  Bagh Bazar da dünyanın özgül ağırlığı en hafif olan ağacın  tahtalarından yapılma  taçlar ve diğer süslere hayran kaldık.

Bir sonraki yer Jain tapınağı. Hindistan’da 20 milyondan fazla  inananın olduğu tahmin edilen Jain lerin Kolkata’daki tapınağı herhalde en süslü olanı. Daha  bahçe kapısından başlayarak  muhteşem renk, şekil ve kıymetli taşlarla  yapılmış süslemeler, Tapınağın içinde  doruğa ulaşıyor. Altın, gümüş, mücevher, kıymetli taş, parıltılı ne varsa her çeşitten  malzemelerle  bezenmiş   tapınakta neyin resmini çekmeye karar veremiyor insan.  İncredible  İndia.
Tapınakları  bu kadar süslü olan Jain lerin çok zengin olduklarını tahminleri yapılıyor istemeden .
Kolkata   Hintli  edebiyatçı  Tagor’ un yaşadığı kentmiş. Tagor’un   müdavimi olduğu kahve Hindistan’ın en büyük en meşhur Üniversitesinin de  bulunduğu College Street üzerinde. Özellikle tıp fakültesi  çok ünlü. Caddede  “Cycle  Ambulanace” lara rastlanıyor. Fakir hastalar, bisiklet  ambulanslarla,  kollarında serum şişeleri  takılı, meccanen evlerine taşınıyor.  Üniversite binasının çevresi ve ana caddeye açılan sokaklar da yaya kaldırımların üzerinde binlerce  kitapçı, işporta tezgahlarında  yüzbinlerce kitap satıyorlar.  O kadar çok kitapçıya bakarak Hindistan’ın kültürü hakkında  önceki düşüncelerimin eksik  olduğuna kanaat getiriyorum.
 Ancak bunun yanında başka bir sahne, hayatın başka  gerçeklerini  bir kere daha hatırlatıyor.  

Kolkatada  şehrin en kalabalık caddelerinde bile,  köşe başlarına yapılmış açık hava tuvaletleri var. Kapıları, çatıları yok,  sadece adam boyu duvarla çevrili hücre  tuvaletler. Herkes kullanıyor.  Su sorunu yok.  İlgi çeken başka bir şey, cadde kenarlarında yangın musluklarına benzer çeşmeler etrafına  minik havuzcuklar yapılmış, kadınlar, erkekler, çocuklar  musluktan bol bol akan   Ganj suyu ile yıkanıyorlar.  Bunları görünce burada insanın  hayatının “özeli”   olmadığı anlaşılıyor.  Her şey aleni olabiliyormuş deniyor.  Şehir merkezinde ki İngilizlerden kalma taş yapılarda  halen faaliyet gösteren adliye ve maliye binalarının duvarlarına asılmış kırmızı  “ Please do not urinate “  tabelası, bu açık hava tuvaletlerinin ne kadar büyük bir ihtiyacı karşıladığına işaret ediyor.
Kolkata’nın en meşhur meydanlarından biri de  etrafında onlarca süslü faytonun turistik  servis yaptığı  BBD meydanı. Faytonlar çok süslü ve afilli.  Meydanın ismi   bağımsızlık mücadelesinin başladığı 1930 lu yıllarda  İngiliz valisini öldüren Hintli üç kahramanın (Benoy, Badel, Dinesh)  anısına  kısaca BBD olarak değiştirilmiş.
Kolkata da  Gandhi   sevilmiyor.  Gandhi'nin çok pasif olduğu ve İngilizlere karşı mücadelenin silahla ve kahramanca yapılması gerektiği   inancı  hakim. 
Yerel rehberimiz eşliğinde  önceki gün niyetlenip,  yanlış yere  götürüldüğümüz , çiçek pazarını buluyoruz.  Ganj nehrinin  yanında  demiryolu istasyonun hemen bitişiğinde gerçek çiçek pazarına dalıyoruz.  Dalından koparılmış yüzlerce çeşit ve onlarca renkte gerçek çiçekler ve  onlardan yapılmış, kolye,  çelenk,  buket, ve akla gelmeyecek şekilde süsler  satan 2000  den fazla  tezgah  bir cümbüş oluşturuyor.
İnanılası değil.  Çiçek pazarının hemen yanında Ganj nehri akıyor.  Ganj' ın kıyısında kutsal CHOTELALKI   GHATT  var.  Burada da  insanlar ritüeline uygun  olarak Holy Dip yapıyorlar.  Kucağında hasta çocuğu ile  sağlığına  kavuşması dualarıyla suya giren babalar, anneler  başka bir duygu  yaratıyor.

Ghatt'ın tam karşısında ise  Howrah köprüsü manzaraya  başka bir boyut katıyor.  Hintliler  1943 de köprü yapılırken  kullanılan çeliği TATA nın sağladığını övünerek anlatıyorlar. TATA  Hintlilerin en büyük özel sektörünün sahibi bir aile. Çok sayıda sanayi dalında şirketleri var. Tata'nın  idare merkezi Kolkata da.  Sanırım  Tata merkezinin bulunduğu gökdelen de sadece Kolkata'nın  değil,  tüm Hindistan'ın en yüksek binası.  
Kolkata da görülecek yerlerden biri de  Nobel ödüllü  Rahibe Maria Terasa nın evi.
Küçük bir kilisenin yanında ki evini de çok güzel düzenleyip ziyaretçilere  açmışlar. Rahibe Terasa' nın doğduğu asıl evini  Üsküp Makedonya da gezmiştik. Burada ki kilise ve ev Nobel ödülüne layık görüldüğü , ömrünün  büyük bir kısmını geçirdiği,  özellikle muhtaçlara yardım konusunda  hayır çalışmalarını sürdürdüğü  kiliseymiş. .
Biz de kendisine rahmet diledik.
Şehir merkezinde   akşam  yemeğimizi pizzacıda halledip otelimize döndük.



Akşam geç saatlerde  Dakka ya  gitmek üzere  havaalanına gitmek için taksi istedik. Otel yönetimi  Uber den kendiniz isteyin dedi. Türkiye’de  telefonlarımıza yüklediğimiz ancak UBER yasaklandığı için kullanamadığımız Uber App  hiçbir sorun çıkarmadan Kalküta’da işimizi gördü.  Biz valizlerimizi de düşünerek, büyük araç istemiştik.  Ancak midi bir araç geldi. Valizlerin bazılarını kucağımıza alarak 4 kişi araca bindik ve havaalanına gittik. Uber  490 hr. fiyat vermişti.  Şoför 350 hr alıp paranın üstünü iade etti. Neden diye sorduğumuzda,” siz büyük araç istemişsiniz. Ancak midi araç gelebildi. Fiyat farkını iade ettim “dedi. No refusal  taksilerin bulunduğu Hindistan’da Uber’in farkı  ortaya çıkıverdi.

Uber  gibi güvenli bir hizmeti ülkemizde yasaklayanlara neler demedik .

Dakka uçağı için Hint pasaport  polisinden  geçerken, işgüzar bir polis grubumuzdan Aysun hanımı alıkoydu. Rahatça geçmiş olmamıza rağmen bizde köşede onu bekledik.  Yarım saat sonra amiri bizi de çağırdı. Gayet kibar ve nazik şekilde neden Pakistan’dan geldiğimizi , Keşmir’e gidip gitmediğimizi ,  Hindistan’da nereleri gezdiğimizi sordu.   Uzun bir sohbet sonucunda bizim terörist olamayacağımıza kanaat edip Hindistan’da kendisinden daha fazla yer görmüş  olduğumuzu  söyleyip geçirdi. Hindistan’dan çıkarken Pakistan’dan giriş yapmış olmamızın  ne  sakıncası olabilirdi merak ediyorum.

 Bye bye İncredible İndia.   

Fotolar burada.
https://photos.ahttps://photos.app.goo.gl/19kEbMcgLngYkW9a6pp.goo.gl/19kEbMcgLngYkW9a6


Tuesday, May 12, 2020

YENİ DELHİ




YENİ DELHİ

Sabah kaledeki kahvaltıdan sonra  Delhi ye hareket etmek üzere hazırlandık. Ancak yol boyu konuşmalardan, yasayla kaldırıldığı söylenen Hint kast sisteminin en yüksek seviyesi olan Brahman’ lardan  olduğunu  öğrendiğimiz rehberimiz Lucky  yaklaşık 1 saat  gecikti.  Meğer  aile bağlarının çok güçlü olduğu Brahmalar geleneğine uyarak, 25 yaşındaki Lucky annesinden izin alarak hayatında ilk defa içki içmiş ve sabah uyanamamış.  Çok şaşırtıcı aile bağları varmış dedik.

Delhi ye yolumuz 300 km kadar. Trafik bayram sonrası olduğu için  oldukça  sıkışık. Artık çöl yok. Yemyeşil  bir  tabiat  ve kalabalık  bir bölgeden geçiliyor.
Öğle saatleri dolaylarında büyüce bir köy den geçerken, Hindistan her zaman rastlanan başı boş ineklerden farklı olarak, yine aynı ırktan ama binlercesi bir arada kontrollü   dolaşan  inek sürüsü  tarafından kesildi. Yapacak bir şey yok. beklenecek.
Köyde ise genelde kadınların bulunduğu kalabalık bir toplulukta, bir büyük şamata ve çok yüksek sesli müzik  eşliğinde bir hareket, bir dans, bir eğlence  sürüyor. Kalabalığın içine dalıp olayın sebebini öğreniyoruz. Meğer yeni bir bebek doğmuş, ailesi köy halkı ile kutlama yapıyormuş.  Doğum kontrolünün söz konusu bile edilmediği Hindistan’da , bir  bebek doğumunun neden bu kadar kutlandığını doğrusu anlayamadık.

Akşam saat 6 gibi Delhi’ye vardık. Kısa bir alışveriş molasından sonra hava kararırken  yoğun trafik arasında zar zor otelimize  ulaştık.  Ülkede bu kadar rahat ve sorunsuz dolaşıp Başkent Delhi ye geldiğimizde fiyaskoyla karşılaşacağımızı hiç beklemiyorduk.  İnternetten rezervasyonu yapılan otelimiz  Hindistan da oldukça tanınan  ve 100 lerce oteli olan FAB Oteller zincirine bağlı FAB Kelvish oteliymiş.
İndira Gandhi Hava alanı yakınlarında  yüzlerce  otelin yan yana bulunduğu bir bölgede , en az 10 FAB oteline sorarak  otelimizi bulabildik. Sorun  bize  rezervasyonu  yapan FAB oteli ile bize rezerve edilen FAB otelinin aynı olmayışı imiş. Adresler  karışmış. Ama sorun adresle bitmedi. Otel tam bir fiyasko. Odaların pencereleri bile yok. Allahtan yataklar ve banyo temiz. Üstelik akşam yemeği servisi yok. Yemek için dışarı gidilecek.

Hindistan’da otel dışında bilmediğiniz bir yerde yemek  için  çok dikkatli olmak gerektiğini biliyoruz. Yakınlarda yemek yenecek yeri araştırıp, grup halinde onaylayıp  seçtiğimiz  bir lokantada yemeklerimizi ısmarladık. Ancak her nasılsa 8 kişi yerine 20 kişiye yetecek kadar  sipariş  vermiş olduğumuzu  çok geç anladık. 20 kişilik hesap ödeyip, artan yemekleri  fakirlere  dağıtılır ümidiyle bırakarak, nasıl olsa bir gece kalacağız diyerek, beğenmediğimiz  otelimize döndük. 
Sabah  Delhi’yi    gezmeye  Cuma camiinden başladık. 1600 lü yıllarda  Babür imparatorluğu döneminde yapılmış camiyi daha önceki gezimizde gezmiştik. Ancak gruptan ayrılmamak için tekrar gezdik.  Camiye girerken  kamera için 300 HR para ödeyip ayrıca bilet aldıktan sonra rahatça girebileceğimi sandım . Meğer unutmuşum.
Caminin avlu girişinde ayakkabılarımızı yine çıkardık. Eteklikli hanımlara örtünmeleri için renkli çarşaflar ve baş örtüleri verdiler. Beni de şortlu olmam nedeniyle ancak peştamal   bağlayarak  içeri aldılar. 50 bin kişinin  aynı anda namaz kılabildiği  caminin avlunun  4 tarafında minareler yer alıyor. Avlunun tam ortasında yüzme havuzu büyüklüğündeki havuz da insanlar  abdest  alıyorlar.  Caminin kapalı mekanı kıble tarafındaki biri büyük ikisi küçük  3 kubbeli dar bir yapı.
Mihrap ve minber burada . Pakistan’da gördüğümüz cami ile hemen hemen aynı planda. Burada hava çok sıcak olduğu için kapalı mekan  oldukça az.
Caminin yanında pedallı bisikletler (çekçekler) ve motorlu  3 tekerli  tuk-tuklar  gezdirmek üzere turistlere göz kırpıyorlar.

Cuma caminden çıktıktan sonra hanımlar alışveriş mekanlarını dolaşmak isteyince ben derhal ayrılıp yakınlardaki RED FORT , kırmızı kaleyi ziyarete gittim. Red fort 1600 lü yıllarda  bölgenin hakimi Babür imparatorluğu döneminde  Bahadır şah tarafından yaptırılmış.  2Km uzunluğunda surlarla çevrili, surların dışında ayrıca su kanalları olan muhkem bir yapı. Açılıp kapanabilen bir köprü ile su kanalının üzerinden geçilip girilebiliyor.  Kalenin içi küçük bir şehir gibi, yazlık – kışlık saraylar,  yaz bahçeleri köşkleri ile dolu,  tam bir külliye.  İmparatorun çalıştığı Diwan -ı Has binası beyaz mermerli, muhteşem süslemeleri ile göz alıyor.
İngilizler zamanında kale askeri  garnizon olarak kullanılmış, askerler için yaptırılmış kışla binaları  diğer Hint kültürünü yansıtan binalardan hemen ayrışıyor.  Bu binaların büyük bölümü Müze ye dönüştürülmüş.
Kale o kadar büyük ki binlerce turistin aynı anda gezdiği  anlaşılmıyor  bile.

Kaleden çıkınca yolun karşısında  yan yana iki muhteşem tapınak   göze çarpıyor. Öndeki Jain  arkadaki Hindu tapınakları. Her ikisi de kalabalık. Önce Hindu tapınağına giriyorum.  Şiva Linga  için ayin yapılıyor. Üreme ve aynı zamanda yok edici- ölüm,  tanrısı olan Şiva Linga sembolü,  bir kadın rahmini andıran  mermer sunak etrafında insanlar bir birleri ile yarışırcasına  dua edip  rahibin denetiminde sembolün üzerine maşrapa ile su ve süt döküyorlar.

Hindu tapınağının yanındaki Jain tapınağının önü çok daha kalabalık. Jain ler  inançları daha katı ve hassas olan bir grupmuş. Haklarında çıkan  bazı söylentilere göre; -Radikal Jain ler  toprağa otururken bile oturacakları yeri iyice silip temizleyip, kazara üzerine oturup zarar verebilecekleri böcek olmamasına dikkat ederlermiş.
-O kadar temizlik düşkünü imişler ki bazıları ibadet ederken  tanrının önüne tertemiz çıkmak için çırılçıplak dua ederlermiş. 
Ancak kalabalık nedeniyle içeri girmeyi  göze alamadığım için bu söylentilerin doğruluğunu deneyimleyemedim.  Ama  Jain tapınaklarının genelde Hindu tapınaklarından çok daha süslü ve görkemli olduğu bir gerçek.

Daha sonra  grupla birlikte Hindistan’ın kurucusu  Mahatma Gandhi'nin cenazesinin yakıldığı    RAJGHAT a gidildi.  Burası devasa bir  park,  Kadınlı, erkekli, çocuklu halk büyük bir saygı ve huşu içinde, 1948 de radikal bir Hindu tarafından katledilen Gandhi’nin anısına yapılmış meşaleli mekanı ziyaret ediyor.
Parkın yanında  yapılmış  Gandhi Müzesi de mutlaka görülmesi gereken   bir yer.
Sağda solda  Gandhi'nin veciz sözlerini duvarlara yazmışlar. Bu sözlerin arasında
“Atatürk İngilizleri yenene kadar İngilizlerin tanrı gibi yenilmez olduklarını düşünürdüm” sözleri bizi daha da duygulandırıyor.
Akşam 20 de kalkacak Kalküta uçağımıza yetişmek üzere Gandhi müzesinden ayrılıyoruz.
Delhi deki  İndira Gandhi  Uluslararası hava alanın da  5 terminal binası var. Yeni yapılmış, çok büyük ve modern bir yapı. İçinde sadece duty free değil  koskoca bir AVM var sanki .
Grubumuzdan burada ayrılıyoruz. Onlar ertesi gün sabahtan memlekete dönecekler. Biz 3 kişi KOLKATA ya geçiyoruz. Rehberimiz, grubun diğer üyelerini uğurlayıp 12 saat gecikme ile  bizle  Kalküta  da buluşacak.
Uçağımız VİSYARA  şirketine ait A330.
 Visyara,  Hindistan'ın en büyük özel sektör holdingi TATA ile Singapur Air ortaklığı imiş. Yaklaşık 2 saat süren  uçuşta  gayet lezzetli yemek ikram ettiler.

Gece Kalküta dayız . Hintliler KOLKATA , İngilizler  Calcuta  diye okuyorlar.
  

Delhi  Fotoları ilişik   link  https://photos.app.goo.gl/6APAagBXta9VpKNx6

Monday, May 11, 2020

MAHANSAR, RAJASTAN.




MAHANSAR

Bayram nedeniyle karayolu   bomboş  olmasına rağmen  6o km hızı geçemediğimiz için  yine de 6 saat süren yolculuk sonunda Juin Juine  adlı köyün toprak yoluna saptık. Rehberimiz, köyün içinde  terk edilmiş, eski taş yapılar, saraylar, konaklar, kale benzeri yapılar arasından geçerek, zaman zaman köylülere yol sorarak, otelimize ulaşmaya çalışıyordu. Rehberimiz bize bu binalar arasındaki bir kalede kalacağımızı söylediğinde şaka yapıyor sanmıştık.  Meğer doğru  imiş.
Amerikan kovboy filmlerinde rastlanan terk edilmiş hayalet şehir ( Ghost Town )
örneğine çok uyan Juin Juine köyü , içinde halen  8-10 bin kişinin yaşamakta olduğu, ancak  eskiden büyük ve zengin bir  yer iken kaderine terk  edilen bir yermiş.
Terk edilmiş şehrin toprak yolundan, sağlı sollu taş binaların arasından,  Kale’nin içinde ki Mahansar Fort Heritage Hotel ' e ulaştığımızda, otel sahibi bizi kapıda karşıladı.  Şirin bir Hintli.  200 kiloya yakın cüssesi ile Hint standartlarına hiç uymayan ama çok güler yüzlü bir zat.
Oteli gezdirdi. Adı üstünde  Mahansar  FORT, yani kalenin, 10 -12 bölmesine  banyolar yaptırıp  odaya çevirmiş. eski klasik eşyaları elden geçirerek  donattığı  310 yıllık binayı otantik bir otel haline dönüştürmüş.   Kapılar eski usul sürgülü asma kilitli falan.
Aslında anladığımız kadarıyla anne -babası ve ailesi ile birlikte yaşadığı kendi evinde bizi misafir ediyor. Kalenin  birinci katında halen yaşamakta olan ailesi ile tanıştırdı..
10 göbektir Kale ailesine aitmiş. Ayrıca Pencap ta geniş tarlaları ve Jodhpur da  başka bir evi varmış.  Şehri gezdirmek için bizim yanımıza 10 yaşındaki oğlunu  kattı.
“Benim oğlumu tanırlar,  gezerken size burada hiç bir kötülük yapamazlar “ dedi.
Meğer adam vergi toplayan bir yetkili  imiş.
Terk edilmiş köy aslında zamanında çok kapsamlı ticaret  yapılan  ve zengin bir yer imiş. Eski ipek yolunun üzerinde  uğrak  yeri iken, Bombay limanının ticaret merkezi olmasından sonra tüm tüccarlar  oraya gittikleri  için çok şey kaybetmiş.  Her şey terk edilmiş. Geniş  AVM misali iş hanları, saraylar, konaklar, tapınaklar, okullar, müzeler   kaderleri ile baş başa bırakılmışlar. Sahipleri  konaklarının  anahtarlarını köyde kalan  komşularına bırakıp  gitmişler.  Bize rehberlik eden oğlan, komşulara gidip anahtarları alıp o eski konakları gezdirdi. Konaklarda yaşamış olanların eski İngiliz asilzadelerinin kültüründen esinlendikleri   duvarlardaki  yağlı boya tablo koleksiyonlarından, büfelerdeki tabak çanak örneklerinden ve eşyalardan hemen  anlaşılıyor.  Terk edilmiş tapınağın  bakıcısı  evinden çağrıldı ve bizi gezdirdi.
 Terk edilmiş şehirdeki eski yaşamı hayal edince sanki bir masal dünyasında
geziyormuş  gibi olduk. 

Otelde bizden başka bir Hintli müzik grubunun kaldığını  öğreniyoruz. Akşam yemekten sonra Hint müziği dinler miyiz diye ümitleniyoruz. Ama olmuyor.
Akşam yemeği otelin, pardon kalenin, giriş katındaki avludaki büyük masada.
Yemekleri evin,  pardon kalenin  hanımı hazırladı. Ev yapımı Hint yemeği yedik, Hint rakısı, ( onların deyimi ile  Anason  likörü)  denedik. Bol  baharatlı  Hint yemekleri sıcak metal kaplarla servis edildi.
Hanım gayet becerikli, Hint el sanatlarından (dikiş nakış) işlerini stilize edip  internet üzerinden  Avrupa’ya satıyormuş. Akşam yemekten sonra gruptaki hanımlar kadının diktikleri giysi ve diğer aksesuarlarla mini bir defile yaptılar.

Hindistan’ın orta yerinde bir Ghost Town da,  bir Heritage Fort  da  masal gibi bir akşam yaşadık.

Sabah  istikamet  Yeni Delhi.


Mahansar  fotoları ilişikte. https://photos.app.goo.gl/8c6kGE979MFScgY36https://photos.app.goo.gl/8c6kGE979MFScgY36 de. 



JAİSELMAR, RAJASTAN






JAİSELMAR

Rajastan eyaletinin altın şehir lakaplı  Jaiselmara doğru gideceğiz.
Kırmızı şehir  Jaipur, Mavi şehir Jodhpur, ve şimdi altın şehir, veya sarı şehir Jaiselmar.  Niye sarı? çünkü TAR çölünün ortasında başka renk yok.

Valizlerimiz  minibüsümüzün üstüne özel bölmeye yerleştirildiği için  biraz vakit kaybedildi ama rahatça yerleşilip  sabah erkenden hareket edildi. Yolumuz 280 km kadar. Şehirden  çıkılınca çöl  başlıyor. Çölün ortasında  bazı yerleri bölünmüş, bazı yerleri  çift yönlü olmak  gayet güzel asfaltta 6 saat kadar yol alıyoruz. Aracımız 60 hızı km nin üstüne çıkmıyor. Çünkü Hindistan’da yasayla  araçlara hız sınırı getiren özel aparat takılması zorunlu hale getirilmiş.
Yılda sadece   200mm yağış alan çöl toprağında  bazı yerlerde  yer altı suları ile tarım
yapılmaya çalışıldığını  görüyoruz. Jaiselmar’a yaklaşırken çöl ortasında bir köyde durup , develerle  çöl  safarisi yapılıyor. Devecilerin  hepsi Müslüman. Yarım yamalak İngilizceleri ile anlaşmaya çalışıyoruz.  Hindistan’ın  ve ortasında  nasıl yaşadıklarını , nereden geldiklerini  soruyoruz. Aslında Pakistan sınırı  çok yakında imiş . Yüz yıllardır orada yaşıyorlarmış. Yani bölgenin yerlisi imişler. 1947 de partition sırasında Müslüman oldukları için Pakistan’a  gönderilmek  istenmişler. Ancak  “biz Müslümanız ama  Hint liyiz, gerekirse Pakistan’a karşı savaşırız.” diyerek taahhüt vermişler ve  topraklarında kalmışlar.

Yol boyu irili ufaklı tank   birlikleri  ve garnizonların  önünden geçerken Pakistan’a çok yakın olduğumuzu  anladık.

Rajastan eyaletine bağlı, yaklaşık 15 crore (1.5 milyon) nüfuslu  Jaiselmar sarı renkli kum taşından yapılma binaları ve  mücevherat işlerinde ünlü olduğu için  altın şehir unvanı ile biliniyor.
Şehre  tuk-tuk’ların ve motosikletlerin  yarattığı yoğun trafik arasında giriyoruz. Tam bir kaos ama hayret,  hiç kimse birbirine çarpmıyor.  Jaiselmar da  kalesi ile ünlü bir yer. Jodhpur da ki gibi. Kum taşından yapılmış sarı renkli bir kale yi akşam üzeri dolaşıyoruz.  Bu kalenin de sahibi eski bir raca imiş. Halen Hindistan’da 500 kadar raca ve prens ünvanlı ama yetkisiz ve sembolik kişi varmış.
Jaiselmar kalesinin içinde halen yaşayan 3000 kadar kişi var. Ancak bu kalenin sahibi olan raca  bu  kişiler kira vermiyor diye  buradan kovmak için uğraşıyormuş.
Kalenin içinde yine  racanın  muhteşem taş oymacılığı ile bezenmiş bir sarayı var. Yüzlerce odalı sarayın dış  duvar  süslemeleri ve mimarisi çok ilgi çekici.

Kalenin içindeki yollar  daha da dar . Buralara tuk-tuk lar bile giremiyor. Sadece  iki tekerli araçlar  dolaşabiliyor. Kale içinde de normal hayatın getirdiği küçük Hindu tapınaklarına rastlanıyor. Her birinin ilahı farklı, Tapınakların farklı olduklarını girişlerdeki  maymun, fare, fil  gibi hayvanlarla sembolize edilen  figürlerden anlamak mümkün. Kalenin içinde dolaşırken yolun genişlediği bir yerde  her şey durdu. Birkaç gün önce ölen bir  kişinin  anısına bir taziye ayini yapılıyormuş. Ölen insanın yakınları cenazeden sonra 5 gün saat 6 da gelip bu ayini yaparlarmış. Saçları sadece arkalarında bir tutam saç bırakacak şekilde sıfır numara tıraş  edilmiş erkekler birinci derece akrabaları oluyormuş. Yaklaşık 10 dakika sonra sessizce duran topluluk rahibin   gül suyu  gibi bir sıvı ikramından  sonra sessizce dağıldı ve yol açılabildi. 
Ufak tefek alışveriş sonrası otele dönüldü. Bu sefer otelimiz, bu bölgede  turizm yatırımlarının  teşviklerinden yararlanılarak  yapılan, gayet modern ve yeni bir yapı. Ancak yine buranın klasik  dokusuna uygun kum taşı kaplamalı. Artık Hint yemeklerine alıştık rahatça yiyebiliyoruz.

Yarın istikamet Bikaner.